29 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir aynanın önünde durun





Bir aynanın önünde durun veya elinizde bir ayna tutun ve en çok korktuğunuz şeyi zihninize getirirken bu aynaya bakın. Size öğretmiş olduğumuz gibi bedeninizi Işık ile doldurun, şimdi size bu korkuyla ilgili olası en kötü senaryoyu yaratırken ve hayal ederken bu korkunun oluşmasına izin vermenizi istiyorum. Korkunun bedeninize nüfuz etmeye başladığını hissedin, bilincinizi bedeninizde dolaşırken ve kısıtlamayı, stresi, felç edici enerjinin Varlığınıza nüfuz ettiğini hissederken bu korkuyu özellikle kalbinizde ve solar güç merkezinizde hissedin. Şimdi kendi gözlerinize bakın, acıyı görün, yüz ifadeniz değişir ve yaşlanırken yüz ifadenizi inceleyin. Artık tolere edemeyeceğinizi bilene kadar oluşan baskıyı hissedin. Şimdi sevgili üstatlar, Kutsal Kalp Merkezinize daha derin girerken ve Elmas Çekirdek Tanrı Hücrenizden Baba/Anne Tanrımızın Kutsal Sevgisini çekerken, bir kaç derin nefes alıp verin – her sıkıntı ve sınavda size yardım etmek için her zaman mevcut olan değerli armağan. Sizi Mor Alevin iyileştirici frekansları ile doldurması için Üst Ruhunuzu çağırın ve bu muhteşem armağan size ve etrafınıza akarken tüm duyularınızla farkında olun. Korkuya tutunabiliyor musunuz yoksa bu sihirli sevgi dolu enerji iksiri varlığınıza nüfuz ederken korku hiçliğe mi çözündü?

Ganesha







Karısını bırakıp sava$a giden shiva,18 yıl sonrasında evine geri döndüğünde karısının yatağında bir erkek görür ve büyük bir hı$ımla kılıcına davranarak onun kafasını keser..lakin daha sonra karısı ona kafasını kestiği erkeğin kendi oğulları olduğunu beyan eder..deliye dönen shiva önüne ilk çıkan yaratığın kafasını kesip oğlunun bedenine yerle$tirir..eh tabii önüne çıkan ilk yaratık da bir fil oluyor..

Ganesha sembolizmi 




Hint mitolojisinde en itibarlı tanrılardandır, Hinduizm'de en çok saygı duyulan Tanrı figürlerindendir. Ganeşa, Hinduizm dininin koruyucusu ve bekçisi konumundadır. Mahabahrata destanının anlatıcısıdır. 21 Eylül 1995'te dünyanın dört bir yanındaki Hindu tapınaklarında, Hindular'ın "süt mucizesi" (Milk miracle) olarak adkandırdığı vakadan dolayı o sadece Hindularca değil, pek çok insanca da tanınır hale gelmiştir.
Ganeşa, Ganesha, Ganapataye, ganapati olarak da bilinir. Bu isimler, Bharati, Riddhi yani bilgi anlamına gelir. Siddhi'nin yani mükemmeliyetin  eşidir.'
Ga' Buddhi yani bilgiyi sembolize ederken 'Na' Vijnana yani hikmeti sembolize eder. Buradan da anlaşılabileceği gibi Ganeşa bilgi ve hikmetin piri, tanrısı, aynı zamanda başlangıçların ve kategorilerin rabbi, engellerin kaldırıcısı, Dharma'nın koruyucusu, Karma'nın ve kozmik hafızanın aembolü olarak da bilgeliğin efendisidir. İyi şansın Tanrısı'dır,..

Tanrı Şiva ile Parvati'nin ilk oğludur. (diğer çocukları, savaş tanrısı Kartikkaya'dır) Başarının, eğitimin, bilginin ve zenginliğin tanrısı olarak; kötülüğün, engellerin, kibirin, bencilliğin ve gururun yokedicisidir. Ganesha'nın bunları başarırken iki gücü vardır. Kundalini (ateşin yanıcı gücü ve ateş yılanı) diğeriyse Vallabha yani sevginin gücüdür.
Ganeşa, tüm çeşitli muhteşem tezahürleriye madde evreninin (Kozmos) kişileştirilmiş şeklidir. Kundalini yogaya göre, Ganeşa, Muladhara adı verilen birinci çakrada oturur. Ganesha, Om (Aum) ya da diğer adıyla Pranava'yı sembolize eder. Om, kelimesi telaffuz edilmeden hiç bir şey yapılamaz,
Hindulara göre Ganeşa'ya ibadet etmeden onun "dostluğunu" kazanmadan Hindu olmak mümkün değildir. Her duadan önce Ganeşa'ya hitap edilir, Hint besmelesi de denebilecek bu dua "Aum Sri Ganapataye namah" veya "Aum Sri Ganesha namah" şeklindedir.
Ganesha'nın organları neyi sembolize eder: Ganesha sembolizmi
Ganesh heykelleri, hemen her Hindu tapınağında ve tüm adanmış kişilerin evlerindeki sunaklarda yer alır. Ganesha; göbekli, sarı veya kırmızı, dört kollu ve fil başlı tasvir edilir. Kafası fil başı şeklindedir.  Tek dişi vardır.
Ganeşa tasviri yoğun bir sembolizmle bezenmiştir:



Hint sembolizminde Ganeşa’nın başı Atman'ı (ruh) sembolize eder – nihai olan ya da yüce olan insan varoluşunun gerçeğidir.
İnsan bedeni mayayı (ilüzyon) temsil eder – insan oğlunun dünyevi varoluşudur. Gövdesinin duruşu ve hortumu, kozmik gerçekliğin ses amblemi olan OM (AUM)'un tasviridir.
Ganeşa'nın büyük fil kafası bilgiyi, aklı, irfanı temsil eder. Fil kafası bilgeliğin sembolüdür,
Ganeşa’nın büyük kulakları tüm duaları duyduğunun sembolüdür. Büyük kulakları Ganeşa'nın bütün insanları, bütün duaları duyabileceğinin yanında dinlemenin önemini de ifade eder.
Ganeşa'nın bir dişinin kırık olması, her türlü düalizmi aştığını ifade eder. Hint mitolojisine göre Ganeşa dünyanın en uzun destanı Mahabharatta'yı yazarken kalemi kırılır ve dişini kırarak kalem gibi kullanıp yazmaya devam eder, kalem vazifesi gören bu diş, bilgiyi ifade etmektedir. (Dünyaca ünlü Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita da Mahabharatta destanının içindedir.)
Alnındaki Trishula, Ganeşa'nın zamanın efendisi olduğunu, geçmiş şimdiki ve gelecek zamana bağımlı olmadığını ifade eder. Fil hortumu şeklindeki burnu, zorlukları göğüsleyebilecek gücü ve iç dünyanın derinliklerinde keşfe çıkarabilecek enerjiyi ifade eder.
Dört kolu dört iç özelliği ifade eder: Zihin, bilgi, ego ve vicdan. Ganeşa, saf farkındalık olan ve bu 4 olgunun insanların içinde oluşmasını sağlayan Atman'ı/özü, ruhu ifade eder. Öne doğru bakan üçüncü eli kutsamayı ve koruyuculuğu ifade eder.
Ganeşa sağ elinde bir üvendire tutar, bunu insanları ebedi yola doğru itmekte ve yolundaki engelleri kaldırmada kullanır. Bu üvendire bazı tasvirlerde balta olarak görünür.balta, arzuların yarattığı acıyı ve ıstırapları yok etmeyi ifade eder. Ganeşa bu sembolik baltayla kişinin hayatındaki engelleri kaldırır.
Diğer elinde ise bir ip veya kamçı ya da kayış tutar. Bu da üstesinden gelinebilen ve gelinemeyen tüm kötülükleri vesair zorlukları hapsetmekte kullanılır. Bu sembol de insanın Tanrı'ya bağlanmasını ve Tanrı'yı sevmesini sağlayan gücü ifade eder.
Bir başka elinde “kalem” gibi tuttuğu kırık fildişi kurbanı sembolize eder – Mahabahrata destanını yazmak için bu dişi kırmıştır. Tespihi bilgi yolculuğunun sürekli ve düzenli olmasını önerir. Elinde tuttuğu tatlılarsa ebedi Atman’ın süresiz tatlılığını kişinin keşfetmesini işaret eder.
Ganeşa'nın Lotus çiçeği tutan dördüncü eli, insanın yaşamındaki en yüce gayeyi ruhun evrimini tamamlamasını ve bunun mutluluğunu ifade eder.
Karnının büyüklüğü, Ganesha'nın, insan hayatındaki tüm acıları sevgiyle yutup sindirebileceğini, insanın hayatında karşılaştığı kötü olayları da farkındalıkla sindirebilmesinin önemini ifade eder. Göbeğini sarmalayan yılan enerjinin tüm biçimlerini temsil eder...
Ayaklarının şekli, dünyada ama dünyadan olmadan yaşamanın önemini ifade eder.
Ganesha, tasvirlerde çoğunlukla ya bir fareye biner ya da yanında bir fare vardır. Hindular, Ganeşa'nın kendisini Hindu peygamberlerine bu şekilde gösterdiğine veya bu şekilde tezahür ettiğine inanır. Tüm Hint Tanrısı tasvirleri gibi bütün Kozmosun bedensel enkarnasyonu kabul edilir.


Ganeşa'nın üzerine bindiği fare, cehaletin ve egonun temsilidir. Ganeşa'nın minnacık fare üzerinde durması, aklın ve bilginin ışığının, ego ve cehalet karşısındaki üstünlüğünü anlatır.
Ganesha neden fil kafalıdır?

Ganesh'in fil kafalı tasvir edilmesine dair farklı efsane varyantları vardır.
En meşhur varyanta göre; ''Babası Şiva, uzun bir yolculuktan döndükten sonra karısının yanında ilk kez gördüğü Ganesha'nın kendi oğlu olduğuna inanmaz ve öfke ile kafasını keser. Eşi, Şiva'ya oğlunu yaşatması için yalvarınca Şiva, Ganesha'nın ormanda karşılaşacağı ilk canlının kafasını alırsa yaşayacağını söyler. Böylece Kali'nin ormanda ilk karşılaştığı hayvan olan fil, oğluna kafasını verir.''
Bir varyanta göre,  “Tanrıça Badra-Kali, oğlu Ganeşa'yı ilk gördüğünde oğlunu daha güzel yapmak isterken, bakışıyla yanlışlıkla başını küçültür. Ganeşa’nın kafasını eski haline getirmeyi ise ancak babası Şiva başarabilirmiş. Şiva, hizmetçilerine ormana gitmelerini ve ilk karşılaştıkları canlının başını getirmelerini ister.  (Efsanenin bir diğer anlatımına göre Şiva öfkeye kapılıp çocuğunun başını keser, sonra da üzülerek yerine oturtmaya kalkışır. Fakat çocuğun başı bulunamadığı için civarında bulunan ilk canlının başını kesip takarlar) Hizmetçilerin karşısına ilk olarak bir fil çıkar. Filin başını kesip Şiva’ya getirirler. Başı alan Şiva, oğlunun boynuna yerleştirdi. Ganeşa artık kocaman bir burun, kocaman iki kulak sahibidir. Ganesha tasvirleri, Hindistan'da güç, kudret ve üstünlüğün sembolü olarak yol, cadde, okul, işyeri, ev, arabaları süsler ve bir Hindu’nun bulunduğu her yerde en çok saygı gösterilen semboldür.
Bir başka varyanta göre; Ganeşa’nın başını annesinin değil de hizmetçileri keser. Badra-Kali ile Şiva'nın evden uzakta olduğu bir zamanda, Ganeşa’yı tanımayan hizmetçi, o eve geldiğinde ona kim olduğunu sorar ve eve girmesine izin vermez. Ganesha girmekte ısrar edince, kötü niyatli bir yabancı olduğunu sanarak, onunla savaşa tutuşur ve başını keser.
Ganeşa'nın Doğumgünü Festivali (Ganesha Çatuthi)

Yılda bir yapılan ve yaklaşık 10 gün süren festival Ganeşa'yı onurlandırmak için düzenlenir. Festivalin başlangıç günü Ganeş Çaturthi (Ganeşa'nın doğum günüdür.) Festival, kişilerin Ganeşa'nın ziyaretini sembolize eden, çömlekten Ganeşa bibloları getirmesiyle başlar.
Festival için her yerde sergilenecek şekilde dev Ganesha heykelleri yapılıyor. Festivalin son gününde ise heykeller şarkılar ve danslar eşliğinde sokaklarda gezdirildikten -sonra okyanusa ve nehirlere bırakılarak batırılıyor.

Semavi Dinlerde Dabbetül-Arz












Kıyamet alametlerinden biri "dâbbetü'l - arz"ın çıkışıdır. Peygamber efendimiz şöyle bildirir:
"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min- kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II/491)
Dâbbe kelimesi "canlı, hareket eden varlık" anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de "dâbbe" denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse "işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.
Burada "Dâbbetü'l- arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?" sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.
Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Alinin şöyle dediği nakledilir: "Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir." Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.
Dâbbeye "AİDS mikrobu" diyenler vardır. "Televizyon" şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta "robotlar olabilir" görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, "efendilerinin" sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.
Kur'an'da Dâbbe
"Dâbbe" kelimesi Kur'anda ondört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan "devâbb" ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:
"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6)
"Her canlının (dâbbenin) dizgini Allahın elindedir." (Hud, 11/56)
"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45)
Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l- arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:
"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."
Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde "Dâbbenin başı bulutlara değecek" denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.
Dinin helal-haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.
Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma "lisan-ı hal" yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.
Dâbbe neler söylüyor?
Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab- Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.
Kur'ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. "Rüzgârın dişleri" denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.
Keza, Ka'beyi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur'anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen "ebabil" kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir "semavi bombalama" olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları "kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına" çevirmişlerdir.
Kur'an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir 31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve inatçı bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.
Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle "Allah zar atmaz." Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, "bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur." (Yazır, IV, 2802)
Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terk etmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez.
"Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 6/59)
"Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 35/11)
Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rastgele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazan meltem olur yüzümüzü okşar, bazan fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.
Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahirzamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü'minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.
AİDS Dâbbe mi?
Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.
Hatta Hz. Süleymanla alakalı Kur'anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:
Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir
"Eceli gelip de Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l- arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 34/14).
Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.
(Not: Burada nazara verilen Hz. Süleymanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)
İşte bu dâbbe Hz. Süleymanın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l- arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.
Ama "Dâbbe AİDS midir?" denilirse "evet" demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatının bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.
Meseleye şu açılardan bakmakta yarar görüyoruz:
- Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan "the" takısı gibi Arapçada "el" takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)
- Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.
- Din bir imtihandır. İmtihanda ise "akla kapı açılır, irade elinden alınmaz." Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında "bu kâfir" yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını beklemek de böyledir. Bazı kitaplarda "Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar." rivayeti geçer. Demek ki Mehdi, üçyüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.
Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece askıda bıraktığımız görülür.
İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela "zaman nedir, ruh nedir" gibi sorulara çok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de bir derece bilinmezlik söz konusudur. Sözgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar. Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan böyle bir seyahatte önünü çok net göremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik katar.
Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. "Bundan murat şudur" diyenler yarın öyle olmadığını gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin hüküm vermek yerine "Bundan murat şu olabilir." demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü,
"De ki: Gerçek ilim Allah'ın katındadır." (Mülk, 67/26)
"Göklerde ve yerde Allah'tan başkası gaybı bilemez." (Neml, 27/65)

Semâvî Dinlerde Dâbbetü’l-Arz

Hazırlayan: Akhenaton

Dâbbetü’l-Arz (Arapça: دابة الارض), kıyamet alâmetlerinden biri olarak kabul edilen yaratığa verilen addır. Arapçada “yavaş ve sessizce yürümek; nüfuz ve sirayet etmek” anlamlarına gelen "debb" veya "debîb" kökünden sıfat olan dâbbe, “yeryüzünde yürüyen her tür canlı” ve özellikle “binek hayvanı” anlamlarında kullanılır. Kurân-ı Kerîm’in 14 âyetinde tekil, 4 âyetinde de çoğul şekliyle (devâb) yer alan kelime [1] , bazen sadece yeryüzünde yürüyen, bazen hem yerde hem gökte bulunan, bazen de yer belirtmeksizin mutlak olarak hareket eden bütün canlılar anlamına gelir. Bunlardan Sebe sûresinde geçen dâbbetü’l-arz, Hz. Süleyman’ın asâsını yiyen “ağaç kurdu” anlamındadır.[2]

A. Yahudilik ve Hıristiyanlık

Yahudi ve Hıristiyan teolojisinde "İslâm’ın dâbbetü’l-arz" telakkisine benzeyen bir yaratıktan "Beast", "Dragon", "Leviathan" (Livyatan) ve "Rahabi" (Rahav) gibi farklı adlarla söz edilmektedir [2] :

“Tanrı öfkesini dizginlemez, O’nun ayağına kapanır. Rahav’ın yardımcıları bile.” (Eyüp 9:13)

“(Rab,) Gücüyle denizi çalkalar, ustaca Rahav’ı vurur.” (Eyüp 26:12)

“Sen Rahav’ı leş ezer gibi ezdin, Güçlü kolunla düşmanlarını dağıttın.” (Mezmurlar 89:10)

“Gücünle denizi yardın, Canavarların kafasını sularda parçaladın. Livyatan’ın başlarını ezdin, Çölde yaşayanlara onu yem ettin.” (Mezmurlar 74:13-14)

Leviathan (ya da Livyatan), Musevî (Yahudi) inancında denizde yaşayan demonik/cinnî bir canavarın adıdır. Klasik Yahudilik’teki "cin" kavramının genel mahiyetini en iyi Leviathan örneklendirebilir. Leviathan, Habeşliler’in yedi başlı dişi deniz canavarı, daha eski kökeniyle Babilliler’in Tiamat’ı ya da Kenânlıların Lotan’ı ile eş tutulabilen bir kötülük kaynağıdır. Cinni bir çöl varlığı olan Behemoth [3] ve Rahab ile de [4] yakından ilgilidir.[5] Leviathan, İncil’de "Kaos’un Ejderi" olarak adlandırılır. Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde adı geçen bu canavarın özellikleri “Eyüp Kitabı”nda detaylı olarak verilir [6] :

“Livyatan’ı çengelle çekebilir misin, dilini halatla bağlayabilir misin? Burnuna sazdan ip takabilir misin, kancayla çenesini delebilir misin? Yalvarıp yakarır mı sana, tatlı tatlı konuşur mu? Seninle antlaşma yapar mı, onu ömür boyu köle edesin diye? Kuşla oynar gibi onunla oynayabilir misin, hizmetçilerin eğlensin diye ona tasma takabilir misin? Balıkçılar onun üzerine pazarlık eder mi? Tüccarlar aralarında onu böler mi? Derisini zıpkınlarla, basını mızraklarla doldurabilir misin? Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, bir daha yapmayacaksın bunu. Onu yakalamak için umutlanma, görünüşü bile insanın ödünü patlatır. Onu uyandıracak kadar yürekli adam yoktur.”
Akhenaton Notu: İlginçtir ki, Yahudi “Levi” kabilesi Yahve-YHVH’yi tunç bir yılan şeklinde sembolize ediyor ve mabetlerinin en kutsal varlığı olarak kabul ediyorlardı. Levi kabilesinde Yahve’nin yılan şeklinde kendini gösterdiğine inanılıyor ve ona kuzey Kenan ve Yunanistan’daki gibi, “Leviathan” olarak tapıyorlardı. Levi kabilesinin ismini bu ejderha Leviathan’dan aldığı sanılmaktadır.[7]
Rahav (İbranice רַהַב), Ortaçağ Yahudi folklorunda efsânevî bir deniz canavarının adıdır. Ortaçağ Yahudi anlatılarında "Sular’ın Ejderhası", "Denizin Şeytânî Meleği" adlarıyla da anılır. [8]
Livyatan
Kozmogonik bir mit olarak kabul edildiği anlaşılan ve ejderha şeklinde tasvir edilen bir canavardan Eski Ahit’in çeşitli bölümlerinde söz edilmekte, bu garip yaratığın dünyanın başlangıcında Rab Yahve tarafından öldürülmek veya bağlı tutulmak suretiyle bertaraf edildiği ve sonunda Rabb’e boyun eğmek zorunda kaldığı anlatılmakta, ancak bu canavarın dünyanın sonuna doğru tekrar yeryüzüne döneceği belirtilmektedir [2] :

“Uyan, ey Rabb’in gücü, uyan, kudreti kuşan! Eski günlerde, önceki kuşaklar döneminde olduğu gibi uyan! Rahav’ı parçalayan, Deniz canavarının bedenini deşen sen değil miydin?” (Yeşaya 51:9)

“Günleri lanetleyenler, Livyatan’ı uyandırmaya hazır olanlar, O günü lanetlesin.” (Eyüp 3:8)

“O gün Rabb,Livyatan’ı, o kaçan yılanı, Evet Livyatan’ı, o kıvrıla kıvrıla giden yılanı Acımasız, kocaman, güçlü kılıcıyla cezalandıracak, Denizdeki canavarı öldürecek.” (Yeşeya 27:1)

Bunların dışında Daniel Kitabı’na (İbranice: דניאל‎) da göz atmakta fayda var.
“Babil Kralı Belşassar’ın krallığının birinci yılında, Daniel yatağında yatarken bir düş ve görümler gördü. Sonra düşünün özetini yazdı: şöyle dedi: “Gece bir görümde göğün dört rüzgarının büyük denize saldırdığını gördüm.

Denizden birbirinden farklı dört büyük yaratık çıktı. Birinci yaratık aslana benziyordu, kartal kanatları vardı. Ben bakarken kanatları koparıldı, yaratık yerden kaldırıldı, insan gibi ayakları üzerine durduruldu. Ona bir insan yüreği verildi. İkinci yaratık ayıya benziyordu. Bir yanı üzerinde doğrulmuştu. Ağzında, dişleri arasında üç kaburga kemiği vardı. Ona, ’Haydi kalk, yiyebildiğin kadar et ye!’ dediler. Sonra baktım, parsa benzer bir başka yaratık gördüm. Sırtında dört kuş kanadı vardı. Bu yaratığın dört başı vardı ve ona egemenlik verilmişti.

Bundan sonraki gece görümlerimde korkunç, ürkütücü, çok güçlü dördüncü bir yaratık gördüm. Büyük demir dişleri vardı; yiyip parçalıyor, artakalanı ayakları altında çiğniyordu. Kendisinden önceki yaratıklara benzemiyordu. On boynuzu vardı. Ben gözümü dikmiş boynuzlara bakarken, onların arasından daha küçük başka bir boynuz çıktı. İlk boynuzlardan üçü onun önünde söküldü. Bu boynuzun insan gözü gibi gözleri, böbürlenen bir ağzı vardı.

Ben bakarken, tahtlar kuruldu, eskiden beri var olan, yerine oturdu. Giysileri kar gibi beyaz, başındaki saçlar yün gibi apaktı. Tahtı alev alev, tekerlekleri kızgın ateş gibiydi. Önünden ateşten bir ırmak çıkıp akıyordu. Binlerce binler, O’na hizmet ediyordu; On binlerce on binler önünde duruyordu. Mahkeme kuruldu, Kitaplar açıldı. Boynuzun söylediği övüngen sözleri duyunca baktım, yaratık gözümün önünde öldürüldü, bedeni kızgın ateşe atıldı, yok oldu. Öbür yaratıklara gelince: Egemenlik onlardan alınmış, ancak belirli bir süre için yaşamalarına izin verilmişti.

 Gece görümlerimde göğün bulutlarıyla İnsanoğlu’na benzer birinin geldiğini gördüm. Eskiden beri var olanın yanına doğru ilerledi, onun önüne getirildi. Ona egemenlik, yücelik ve krallık verildi. Bütün halklar, uluslar ve her dilden insan ona tapındı. Egemenliği hiç bitmeyecek sonsuz bir egemenlik, krallığı hiç yıkılmayacak bir krallıktır.” [9]
Yeni Ahit’te, yani İncil’de ise kendisinden genellikle şeytanla özdeşleştirilerek söz edilen bu canavar ve taraftarlarının Tanrı’ya karşı sürdürdükleri amansız mücadelenin onların yenilgisiyle bittiği anlatılmaktadır [2] :

“Ejderha yeryüzüne atıldığını görünce, erkek çocuğu doğuran kadını kovalamaya başladı.” (Vahiy 12:13)

“Bundan sonra ejderhanın ağzından, canavarın ağzından ve sahte peygamberin ağzından kurbağaya benzer üç kötü ruhun çıktığını gördüm. Bunlar, doğaüstü belirtiler gerçekleştiren cinlerin ruhlarıdır. Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’nın büyük gününde olacak savaş için bütün dünyanın krallarını toplamaya gidiyorlar.” (Vahiy 16:13-14)

“Melek, ejderhayı -o eski yılanı- yakalayıp bin yıl için bağladı. Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için serbest bırakılması gerekiyor.” (Vahiy 20:2-3)
Akhenaton Notu: Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde bu yaratıkla ilgili Vahiy 13:11-18 âyetleri referans gösterilmiştir. Bu, hatalı bir referanstır. Çünkü bu âyetlerde bahsedilen, Kıyâmetin başka bir alâmeti olan ve İslam’da Deccâl olarak bilinen "Anti-christ"tir. (Yunanca: αντί Χριστός, Anti Kristos) Dâbbet’ül-Arz’la alakası yoktur. Tanrı ile mücadele ederek yenilen, ancak dünyanın sonuna doğru tekrar zuhuru beklenen bu canavar-yaratık düşüncesinin Bâbil kültürüne dayandığı öne sürülmüştür. Bu anlayışın zamanla şeytan figürüyle birleştirilerek Hıristiyanlığın “antichrist” (deccâl) telakkisine temel oluşturduğu da kaydedilmektedir.

Vahiy kitabında ayrıca "yerden çıkan", "iki boynuzlu" ve "kuzu" gibi görünen başka bir canavardan da söz etmektedir. Ayrıca "Deccâl" adı verilen canavarın bir heykeli bulunmaktadır. Bu heykel, yerden çıkan canavar tarafından canlandırılır. Bu canlanan Heykel, Deccâl’in bir suretidir. Bu heykel, yerden çıkan canavar tarafından yaptırılır. Bu heykelin canlanarak faaliyet göstermesine önayak olan da bu canavardır. Ayrıca Deccâl’in yetkisini de kullanabilmektedir. Canlanan heykel, Vahiy kitabında "Kırmızı Canavar" olarak da adlandırılır. Bu Kırmızı Canavar, Deccâl’in bir kopyası olmaktadır. Artık yalnızca bir heykel değildir ve canlanmış olarak faaliyet sürdürebilmektedir.[10]

Kimi şarkiyat araştırmacıları, Müslümanlardaki "dâbbetü’l-arz" inancında Hıristiyanların “beast” telakkisinin etkisi bulunduğunu iddia etmişlerdir.[11] Ancak konuyu daha objektif kriterlerle inceleyen Batılı yazarlar, her iki dinin söz konusu telakkilerinden birinde “Tanrı’nın mutlak anlamda yanında ve emrinde olma”, diğerinde ise “Tanrı’ya ve emirlerine sürekli karşı olup O’nunla mücadele etme” gibi temelde birbiriyle çelişen bir fark bulunduğuna dikkat ederek her iki teolojinin bu konudaki telakkilerinde bir etkileşimden söz edilemeyeceğini belirtmişlerdir.[12][2]

B. İslam

Kurân’da “Dâbbetü’l-Arz” tâbiri, şu iki âyette geçmektedir:
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلَى مَوْتِهِ إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَن لَّوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ
Felemmē gadaynē aleyhil mevte mē dellehum alē mevtihî illē dâbbetul ardi te’külu minseetehû felemmē [k]harra tebeyyenetil cinnu el lev kēnû yağlemûnel ğaybe mē lebisû fil azēbil muhîn.
“Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asâsını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azab içinde bekleyip durmazlardı.” [13]
Bu âyette geçen “Dâbbetü’l-arz”, Hz. Süleyman’ın asasını yiyen “ağaç kurdu”dur. Rivayetlere göre Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’in inşası esnasında ölümünü cinlere bildirmemesi için Allah’a dua eder.[14] Allah da onun duasını kabul eder ve öldükten sonra mihrabında dayalı olarak kalır.[15] Cinler de Hz. Süleyman’ın öldüğünü, bir yer kurdunun, asasını yiyip yere düşünceye kadar fark edemezler.[16][17]
وَإِذَا وَقَعَ الْقَوْلُ عَلَيْهِمْ أَخْرَجْنَا لَهُمْ دَابَّةً مِّنَ الْأَرْضِ تُكَلِّمُهُمْ أَنَّ النَّاسَ كَانُوا بِآيَاتِنَا لَا يُوقِنُونَ
Veizē vegaal gavlu aleyhim e[k]hracnē lehum dâbbetem-minel-ardi tukellimuhum ennen-nēse kēnû biēyētinē lē yûginûn.
“O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” [18]
Bu ayette geçen “Dâbbetü’l-arz” ise, kıyamet alametlerinden biri olarak zikredilen [19] ve Kurân’ın mutlak müteşabih konularındandır.[20] Kıyamet alametlerinden olan Dâbbetü’l-arz Neml suresinde açık bir şekilde ifade edilirken, Enâm suresi 158. ayetinde ise dolaylı olarak ele alınmıştır. Bu ayette kıyametten önce kıyamet alameti [21] olarak ortaya çıkacağı zikredilen alametlerden birinin de Dâbbetü’l-arz olduğu [22] zikredilmiştir. Hadis-i şerifte de 10 alametin çıkmadan kıyametin kopmayacağı ifade edilmiş ve “Dâbbetü’l-arz” da bunlar arasında yer almıştır.[23][17]

a. Dâbbetü’l-Arz’ın Çıkısına Sebep Olan Sözün Gerçekleşmesi

Ayete göre “Dâbbetü’l-arz”’ın ortaya çıkması “sözün başlarına gelmesi”nden sonra olacaktır. Buradaki “söz”den maksadın Allah’ın azap ve hucceti olduğu, “gerçekleşmesi”nden maksadın ise kıyametin yaklaşmasına paralel olarak önce alametlerinin ortaya çıkması ve akabinde de, ت كلمة العذاب ayetinde de ifade edildiği gibi [24] Allah tarafından kendilerine vaat edilen kıyametin vuku bulması ve onlara azap edilmesi [25] olduğu zikredilmiştir.

Ayetteki “söz”den maksadın; Allah’ın kıyametin kopacağı ile ilgili olarak haber vermiş olduğu ayetleri, “gerçekleşmesi”nden maksadın ise; gerçekleşeceği haber verilen kıyametin vuku bulması olduğunu söyleyebiliriz.[17]

Kurân’da kıyametin yaklaştığını ifade eden âyetlerle [26] bu dehşetli olayın alâmetlerine genel olarak işaret eden beyanların yer alması [27], Müslümanlar arasında yakın bir gelecekte kıyamet alâmetlerinin zuhur edeceği inancını doğurmuş, konuyla ilgili olarak Hz. Muhammed’den nakledilen açıklamalar da bu inancı pekiştirmiştir. Birçok hadis kaynağında başlı başına bir bölüm oluşturan, müstakil eserlere de konu teşkil eden “eşrât-ı sâat” (kıyamet alâmetleri) büyük ve küçük, fiilen vâki olanlar ve kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olanlar şeklinde çeşitli taksimlere tâbi tutularak incelene gelmiştir. İslâm akaid ve kelâm kaynaklarında kıyamet alâmetleri sayılırken dâbbetü’l-arzın çıkışına da ayrı bir başlık altında yer verilmiş ve bu husus, kıyamete çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olağan üstü olaylar arasında sayılmıştır.[2]

b. Dâbbetü’l-Arz’ın Çıkış Zamanı

Dâbbetü’l-arz’ın ortaya çıkış zamanı ve mekânı ile ilgili olarak şu rivayetler zikredilmektedir: Allah, Dâbbe’yi “Onlara âfaktâ ayetlerimizi göstereceğiz.” [28] ayetinde beyan ettiği gibi kudretinin delillerinden bir delil olarak gösterecektir. Ama bu gösterme, insanların aşina oldukları şekillerden farklı bir şekilde olacaktır.[29] Dâbbe, Kıyamet alametlerinden bir alamet olarak, kıyametin yaklaştığı, insanların emri bil maruf ve nehy-i ani’l-münkeri terk ettikleri , Müslümanların bozulduğu ve Allah’ın emirlerinin terk edildiği bir dönemde çıkacağı ifade edilmiştir. Ayrıca hayırların kesilip, Allah’a yalvaran ve tövbe eden kimsenin kalmadığı, âlimlerin ölüp ilmin ortadan kalktığı, güneşin battığı yerden doğup Hz. İsa, Mehdi ve onların tebaaları vefat ettikten sonra ortaya çıkacağı ve insanların bu canlı ile imtihan olacakları da rivayet edilmiştir.[17]

c. Dâbbetü’l Arz’ın Çıkacağı Mekân

Çıktığı yerle ilgili olarak şu rivayetler zikredilmektedir:

Rivayet 1, Safa Tepesinden çıkacak: [30] Huzeyfe’den onun Safa tepesi’nden çıkacağına dair şu rivayet gelir: Resulullah’a onun nereden çıkacağını sordum. O da şöyle buyurdu: “Allah’a hürmeten mescitlerin en büyüğü olan Mescid-i Haram’dan çıkacak. Müslümanlar Hz. İsa ile Kâbe’yi tavaf ederlerken, Safa tepesi yarılacak ve oradan çıkacak. Ne isteyen ona yetişebilecek nede kaçan ondan kurtulabilecek. İnsanlara mümin ve kâfir diyerek damga vuracak. Müminin yüzü parlak yıldız gibi parlayacak ve gözleri arasında mümin yazacak. Kâfirin ise gözleri arasına siyah bir damga vuracak.” [31]

Huzeyfe, onun Safa Tepesi’nde çıkmadan önce, biri bazı vadilerde diğeri de bazı Arap kabileleri arasında olmak üzere iki kez daha çıkıp tekrar kaybolacağını zikreder. Bu ilk çıktığı yerin Yemen’in en uzak yerleri olduğu da rivayet edilmiştir.

Üç çıkışının olacağı da rivayet edilmiştir. Önce bazı badiyelerde çıkacak ve gizlenecek. Daha sonra idareciler kan dökerken bazı şehirlerde çıkacak ve tekrar gizlenecek. En sonunda da, insanlar mescitlerin en şereflisinin yanında iken çıkacak. Yer sallanmaya başlayacak ve müminlerden bir taifeden başka herkesi fırlatıp atacak. O müminler de: “Bizi Allah’tan hiçbir şey kurtaramaz.” derlerken Dâbbe onların üzerine çıkacak ve müminlerin yüzünü yıldızlar gibi parlatacak. Sonra hareket edecek. Ne koşan hiçbir kimse ona yetişebilecek ne de kaçan ondan kurtulabilecek. Sonra namaz kılan birine varacak ve “Vallahi sen namaz ehli değilsin.” diyecek. Müminin yüzünü aydınlatıp kâfirin burnunu kıracak.[32]

Rivayet 2, Ecyad Kabilesinden çıkacak.[33]

Rivayet 3, Tihamedeki vadilerden birinde çıkacak.

Rivayet 4, Sedom denizinden çıkacak.

Dâbben’nin çıkacağı yerle ilgili birbirinden farklı görülmektedir. Bunlar arasında bir tercihte bulunmak mümkün değildir. Zikredilen rivayetler Kurân’a ve sahih hadislere dayanmamaktadır. Tefsir kaynaklarının genelinde, bir tenkit süzgecinden geçirilmeden nakil yoluyla zikredilmiştir.[17]

d. Dâbbetü’l-Arz’ın Çıkış Şekli

Dâbbe’nin çıkış şekli ile ilgili de birçok görüş zikredilmiş olup onlardan bazıları şunlardır:

1. İbni Mesud’a dayandırılan görüşe göre, Safa Tepesi’den koşan bir at gibi çıkacak. Fakat üç günde ancak üçte biri çıkabilecek.
2. Üç çıkışı olacaktır. Önce bazı badiyelerde çıkacak ve sonra gizlenecek. Daha sonra idareciler kan dökerken bazı şehirlerde çıkacak ve tekrar gizlenecek. En sonunda da, insanlar mescitlerin en şereflisinin yanında iken çıkacak.
3. Elinde Hz. Musa’nın asası olduğu halde çıkacak.
4. “Yerden çıkaracağız” denmesinden onun üreme yolu ile değil de diğer haşereler gibi meydana geleceğine delalet eder.
5. Yerden çıkması, yerin içerisinde olduğu ve kıyametten önce yarılma ile birlikte çıkacağına bir rumuz olabilir. İnsanların kâmil birer insan olarak çıkması gibi.[17]

e. Dâbbetü’l-Arz’ın Görevi

Dâbbe’nin çıktıktan sonra ne yapacağı ile ilgili olarak da değişik görüşler zikredilmiştir. Ayette insanlarla konuşacağı belirtilirken, Hadis-i Şerifte ise yanında Hz. Musa’ın asası ile Hz. Süleyman’ın mührü olacağı, asa ile müminlerin yüzlerini aydınlatırken mühür ile de kâfirlerin burunlarını kıracağı rivayet edilmiştir. Yine İblisi öldüreceği, insanlara kötü fiillerini haber vererek mümin ile kâfirin arasını ayırt edeceği de yapacağı fiiller arasında zikredilmiştir. Yanında Hz. Musa’nın Asa’sı ile Hz. Süleyman’ın Mührü’nün olmasından kastınsa; bu kişinin maddi ve manevi birçok harikalıklara sahip olacağı ve bir İslam devleti kuracak güce sahip olacağına işaret ettiği zikredilmiştir.[17]

f. Dâbbetü’l-Arz’ın Vasfı

Dâbbetü’l-arz’ın nasıl bir canlı olduğu ile ilgili olarak, çoğu gerçeklikten uzak, senet ve metin açısından tenkit edilebilen İsrâiliyat türünden, birbirinden farklı çok değişik görüşler zikredilmiştir. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

a. İbni Abbas’a atfedilen bir rivayete göre tüyleri, saçları ve dört ayağı olan bir canlıdır.
b. Başı öküz başı, gözleri domuz gözü, kulakları fil kulağı, boynuzları deve boynuzu, boynu deve kuşu boynu, göğsü aslan göğsü, derisi kaplan derisi, ayakları deve ayağı gibi ve her iki mafsalının arası on iki zira olan bir canlıdır.
c. Bütün canlıların yaratılış özelliklerini kendisinde toplamış bir canlıdır.
d. Boyu 60 zira olan ve Deccal için haber elde etmeye çalışan casus anlamına gelen Cessâse’dir. Tüy ve dört ayağının yanında ikide kanadı olup, isteyen ona yetişemeyecek, kaçan da ondan kurtulamayacaktır.
e. O görülmemiş, duyulmamış mucizevî bir canlıdır.
f. Vasfı açıklanmamış, yeryüzünde debelenen bir canlıdır.
g. Âdemoğulları hilkatinde olup kendisi bulutların üzerinde ayakları ise yerde olan bir canlıdır.
h. Hz. Ali’den gelen görüş ise bunlardan tamamen farklıdır. O Dâbbe; kuyruğu olan bir canlı değil, sakalı olan bir canlıdır şeklinde tarif etmekle hayvandan daha ziyade bir insana benzetmiştir.[17]

Dâbbe’yi tek bir canlı olarak değil de bir tür olarak düşünmek daha doğru olur. Râgıb, ‘Müfredat’ında bu konudaki görüşleri şöylece özetlemiştir: “Dâbbe”, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, çıkması kıyamet vaktine mahsustur. Bir de denildi ki: “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.” Bu takdirde dâbbe, bütün debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur. “Hâin” kelimesinin cemisi, “hâine” gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu “cessâse” (casuslar) olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir. Ebü’s-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garipliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder.[34]

Dâbbetü’l Arz’ın canlı bir varlık olduğu hakkında fikir birliği olmasına rağmen nasıl bir canlı olduğu ile ilgili olarak çok değişik görüşler zikredilmiştir. Yukarıda zikredilen görüşlerin çoğu isrâiliyât nevindendir. Bu görüşler içerisinde en isabetli olanın Hz. Ali’ye atfedilen, Şevkânî ve Muhammed Hamdi Yazır’ın da benimsediği görüştür. Hz. Ali, onun sakalı olan bir canlı olduğunu söylerken Şevkânî ve Yazır ise insan olduğunu söylemişlerdir.

Hafif yürüme ve debelenme anlamına gelen “debb” ve “debîb” kelimesinden türemiş olan Dâbbe, insan için kullanıldığı gibi hayvanat ve haşarat için de kullanılır. Dâbbe kelimesi de bu fiilden fail olup debelenen demektir. “Yerde hiçbir dâbbe yok ki rızkı Allah’a ait olmasın” ayeti de insanlar için kullanılabileceğini göstermektedir. Bu ayette de nekre olarak gelmesi, bunun bilinen Dâbbelerden farklı bir Dâbbe anlamına geldiğine delalet eder. Konuşan Dâbbe denmesi de bunun insan olduğu görüşünü desteklemektedir. Recul de bir Dâbbe olduğundan dolayı bu bir insandır. Elinde Hz. Süleyman’ın mührü ve Hz. Musa’nın asası olacak hadis-i şerifi de bu kişinin maddi ve manevi birçok harikalıklara sahip olacak bir İslam devleti kurup, güce sahip olacağına işaret etmektedir ve bu kişi şerli kimselerden değil hayırlı kimselerden olacaktır. Dâbbe denmesinin sebebi hikmeti ise; bu kişinin kâfirlere karşı haşin olacağı ve Allah’a göre ise, onu çıkarmanın yerden bir canlıyı çıkarmak gibi kolay bir şey olacağını anlatmak içindir.



Onun insan olmadığını söyleyenlerin en önemli delillerinden biri ayette yer alan “yerden bir canlı çıkardık” şeklindeki bölümüdür. Onlara göre Allah, bu canlıyı yerden çıkarmıştır, insan olsa idi böyle bir ifade kullanılmazdı. “Yerden çıkma” ifadesi üreme yolu ile dünyaya gelen canlılar için değil, haşereler gibi canlılar için kullanılır.[17]

"Dâbbe" kelimesinin İslâmî literatürde kabul edilen söz konusu eskatolojik anlamına en uygun kullanımı Kurân-ı Kerîm’in sadece, lâyık oldukları azabın gerçekleşme zamanı gelince onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da bu varlık insanların âyetlerimize gerçekten inanmadıklarını kendilerine söyler [35] meâlindeki âyette yer almıştır.[2]
Müslim’in el-Câmiu’s-sahîh’i ile Ebû Dâvûd’un es-Sünen’inde dâbbetü’l-arz konusuyla ilgili rivayetlerde bu varlığın özelliklerinden söz edilmeden sadece ortaya çıkışının bir kıyamet alâmeti olduğu haber verilir.[36] Tirmizî’nin el-Câmiu’s-sahîh’i [37] ve İbn Mâce’nin es-Sünen’inde [38] Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadiste, dâbbetü’l-arzın Hz. Süleyman’ın mührü ile Mûsâ’nın asâsına sahip olacağı ve asâ ile müminin yüzünü parlatırken mühürle kâfirin burnunu damgalayacağı ifade edilir.[2]

Ne Kıyamet’in saati ne de Dabbe’nin ortaya çıkış zamanı, ayetlerin konusu değildir. Aksine, ayetler bize kıyametin bilinemeyeceğini söylüyor. Ayetin metninin anlaşılmasında bir müşkil bulunmamaktadır. Kimse "Acaba Allah bu ayette neyi kastetti?" diye bir sorgulamaya girişmemiştir. Kıyametin ne zaman kopacağı, Dabbe’nin ne zaman zuhur edeceği gibi hususlar ayetin metnini aşan metin ötesi hususlardır. Allah, metinde bu hususları açığa çıkarmayı dilememiştir.[39][40]

Kelâm literatüründe dâbbetü’l-arz konusu, ilgili âyetlerle hadislerin ışığı altında sadece bir kıyamet alâmeti olarak ele alınmış, Ehl-i sünnet’in sem’iyyât alanına giren konularda yorum ve tahminlerden kaçınma esası bu hususta da benimsenerek Kurân’ın dehşetli bir hadise şeklinde takdim ettiği kıyametin kopmasına, bundan önce vuku bulacak bazı fevkalâde olaylara, bunlardan biri olarak da dâbbenin çıkışına inanmanın gerekli olduğu belirtilmiştir.

Dâbbetü’l-arzın şekli, çıkışı ve özellikleri hususunda Kütüb-i Sitte dışındaki kaynaklarda yer alan ve bazı tefsirlere de intikal etmiş olan, ancak sened ve metin açısından tenkit edilebilen İsrâiliyat türünden rivayetler, eşrât-ı sâat konusunda geniş bir literatür oluşturmuştur. Bu ayrıntılı rivayetlere göre, olağan üstü özellikler taşıyan dâbbetü’l-arzın 60 arşın boyundaki vücudu tamamen kıllarla kaplı olup sakallı, boynuzlu, iki kanatlı, öküz başlı, domuz gözlü, fil kulaklı, aslan yeleli, kaplan renkli ve koç kuyrukludur. Bir kuşluk vakti elinde Hz. Süleyman’ın mührü ve Mûsâ’nın asâsı olduğu halde Mekke’de (bazı rivayetlerde Ecyâd, Safâ tepesi, Tihâme vadisi, Ebû Kubeys dağı veya Lût kavmine ait Sodom şehrinde) bir yağız at hızıyla ortaya çıkacak (bazı rivayetlerde çıkışı üç gün sürecek veya üç günde vücudunun ancak üçte biri zuhur edebilecek); başı bulutlara değen, boynuzları arasında 1 fersahlık mesafe bulunan bu garip yaratık, inananlarla inanmayanların birbirinden kolayca ayırt edilebilmesi için elindeki asâsıyla müminlerin yüzünü parlatacak, mührü ile de kâfirlerin burnunu damgalayacak, onları zelil ve perişan edecektir.[2]

Hz. Süleyman’ın dayandığı asasını yiyen ağaç kurdunun veya bir güve böceğinin mahiyeti hakkında da iki görüş vardır: Bir görüşe göre burada ifade edilen kurdun, bilinen ağaç kurdu olduğudur. Diğer görüşe göre ise bu kurt, asaları yiyen bir kurtçuktur. Ayette ifade edilen dâbbenin Hz. Süleyman’ın bastonunu kemirerek yiyip bitirmesi gibi, AIDS mikrobu veya başka bir hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini aşan bazı insanları kemirip eritmesi mümkündür.[34]

Bazı müfessirler, ilgili âyette [35] geçen lafızların etimolojik ve semantik özellikleriyle söz konusu ayrıntılı rivayetlerin ortak unsurlarını dikkate alıp âhir zamanda bir kıyamet alâmeti olarak zuhur edecek bu canlının bilinen bütün canlılardan farklı bir yapıya sahip bulunacağını ileri sürmüşler, söz konusu âyette konuşma özelliğine işaret edilmesinden ötürü onun bir insan, diğer rivayetlerde sakallı oluşunun belirtilmesinden dolayı da erkek olarak düşünülmesi gerektiği yolunda yorumlar yapmışlardır.

Bu arada, Ehl-i sünnet’e ters düşen düşünce ve beyanları sebebiyle Sünnî âlimlerin ağır tenkitlerine hedef olduğu bilinen Şiî muhaddis Câbir el-Cu’fî’ye ait iddiaya göre dâbbetü’l-arz, Hz. Ali’dir.[41] Ancak bu görüşün "rec’at" [44] fikriyle bağlantılı olduğu kabul edilmiştir. Aynı rivayetlerde yer alan "mühür" ve "asâ" motiflerinin hâkimiyet, idare ve saltanatı simgelemesinden hareketle dâbbetü’l-arzın, hârikulâde bir maddî ve mânevî saltanatın sahibi olarak sırf adalet ve hayır faaliyetlerinde bulunacak önemli bir şahsiyet olması gerektiği düşünülmüştür.[42][2]

Dâbbetü’l-arzın, âhir zamanda artması beklenen ve mânevî özellikleri itibariyle hayvan gibi olan, hatta onlardan aşağı seviyede bulunan şerîr insanları simgelemesi de muhtemeldir. Ana hadis kaynaklarının deccâl ile ilgili rivayetleri arasında yer alan Temîm ed-Dârî kıssasında sözü edilen, vücudu kıllarla kaplı hayvanın dâbbetü’l-arz olduğu da ileri sürülmüştür.[43][2]

Farkındalık ve Mutluluk Eğitmeni, Düşünürü / Yazar / QuantumHappiness®


Agarta ve Dabbet’ül-Arz İlişkisi

Genel olarak bilindiği kadarıyla Agarta; “Şamballa” (Shambhala), “Dünyanın Kalbi”“Yüce Ülke”“Bilgeler Ülkesi” gibi çeşitli adlarla belirtilen Agarta, teozofik ve ezoterik kaynaklara göre, önceki devrenin sonlarına doğru Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim-rahipleri tarafından kurulmuş bir organizasyondur.
Önceleri beşeriyetle açık temas halinde olan bu organizasyon, bu devrenin koşullarından ötürü gizlenme gereği görmüş ve ikamet yeri olarak birbirlerine tünellerle bağlanan, dağlar içindeki yeraltı kentlerini tercih etmiştir.
Agarta, dünya insanlığının tekamülünde sorumluluk sahibidir. İlâhî Hiyerarşi’ye hizmet eder. Dünyanın Efendisi ve“Kutup” olarak ifade edilen ve “Brahatma” veya “Brahitma” adıyla belirtilen Agarta’nın lideri, Dünya’yı sevk ve idare eden İlahi Hiyerarşi’nin fizik alemdeki temsilcisidir.
1912′de Müslüman olduktan sonra Abdülvâhid Yahya adını alan; ezoterik, okült ve mistik konularda çok sayıda yapıtı bulunan Fransız asıllı Mısırlı düşünür ve yazar Rene Guenon’a göre tradisyonlarda “Kutsal Dağ”“Dünyanın Merkezi”olarak ifade edilen yer, O’nun mekânıdır. Kimilerine göre, dünyanın tüm geçmişi, yitik kıtalara indirilmiş dinler ve kozmik öğretiler, Agarta arşivlerinde kayıtlıdır ve birçok peygamber (Hz.Musa, Hz.İsa), dinlerini kurmadan önce, bu arşivleri incelemişlerdir ki, bazıları burada “inisiyasyon”dan da geçmiştir.
Agarta’nın yeryüzüne açılan 7 (kimi kaynaklara göre 4) ana çıkış noktası bulunmakla birlikte, mağaralarda inzivaya çekilen bilgelerin ve mağaralarda etkinliklerini sürdüren bazı inisiyatik toplulukların Agartalılar’la ilişki içinde oldukları ileri sürülür.

Rene Guenon’a göre bu durum, en çok, Türklerin yaşadığı Orta Asya’da görülmektedir. Kimi yazarlara göre, Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, “ataların kutsal mağaraları” ve bir mağaradan geçilerek ulaşılan “gizli ülke” inanışında Agarta’nın sembolizmi bulunmaktadır. Tibet tradisyonlarına göre, Agartalılar şimdiki devrenin sonunda dışarı çıkacak ve Agarta’nın lideri yeryüzündeki menfiliği yenecektir.
Agarta’nın ne olduğuna ilişkin en yaygın, internet ve ansiklopedik kaynaklarda kullanılan tanım, ‘Tibet ve Orta-Asya tradisyonlarında sözü edilen, Asya’daki sıradağların içinde bulunduğu ileri sürülen efsanevi bir yer altı Organizasyonu’dur.
Ancak bu tanım, ivedilikle not düşülmeli ki, Agarta’yı anlamak ve çözmek için tamamıyla yetersiz. Ne bu kadar basit ne de bu denli sığ. Ancak bir açılış tanımı olarak kullanılabilir.
Günümüze değin “Agarta”nın ne olduğunu inceleyen bir çok yayın ve yazar bulunuyor. Bunlar içinde en ünlüleri ve kaynak olarak en itibar edilenleri üç tane. Bunları meraklıları için öncelikli olarak-konunun daha başında-yazalım. Saint-Yves d’Alveydre, Ferdinand Ossendowsky ve René Guénon.
Agartha kelimesi; “Agharta” ve “Agarthi” olarak da kullanılabiliyor. Agarta veya Agarti sözcükleri, Sanskritçe’de “ele geçirilemeyen, ulaşılamayan, her şeyden korunmuş, şiddetin yakalayamayacağı, anarşinin erişemeyeceği” anlamlarına gelmekte.
Bir de ”Şamballa” (Shambalah) kelimesi var. Bunu da söylemek gerekiyor ki, meraklıları için şaşırtıcı olmasın.
Kimi kaynak ve kişilere göre Şamballa, Agarta’ya karşıt olarak kurulmuş, gizli bir menfi merkez. Ancak genel ve yaygın kanı, Şamballa’nın Agarta’nın bir diğer adı olduğu.
Agarta ismi, ilk kez ”Saint-Yves d’Alveydre” tarafından kullanmış. d’Alveydre, bir simyacı. Metalleri altın ve gümüşe dönüştürme formülleri düzenlemiş. Martinist tarikatının (Tours piskoposu Aziz Martin (MS.. 316-397) tarafından kurulmuş tarikat) mürşitlerinden. Topluluğun bir diğer adının, “yeşil adamlar topluğu” olduğu da kayıtlar da mevcut.
Agarta’nın sembolü: Gamalı haç!
Agarta’nın hakimi, “dünyanın kralı” rütbesini taşıyor. Yardımcıları durumundaki iki rahip kral bulunuyor. Sembollerinden biri bugün günümüzde hala Hint ve Tibet tapınaklarını süsleyen gamalı haçtır.
Bu sembol, Mu ‘dan kaynaklanıyor. Güneşi ifade eden kadim bir sembol. Dünyanın en eski sembollerinden biri sayılıyor. Bu haç, yaradılışın dört kuvvetini ve dört büyük enerjiyi sembolize eder. Zamanla “yönü çevrilerek” II. Dünya savaşında Nazilerin kullandıkları haline gelecektir.

Mu ve Atlantis
Bu teknik; ama açıklayıcı tanımlamalardan sonra Agarta’yı biraz daha açmaya başlayalım. Bir başka tanım, Agarta’nın ‘Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince ya da inisiyelerce kurulmuş, sonradan gizlenme gereği görüp dağ ve mağara içlerine çekilmiş’ bir grup olduğunu ileri sürüyor.
Bu açıklama da Agarta ile ilgili yaygın bilgiler arasında. Neredeyse “mutabakatla kabul edilmiş” bir yaklaşım.
Buradan Agarta ile ilgili ilk ve en bilinen “tartışma” konusuna gelebiliriz. Agarta’nın “bir yeraltı ülkesi”ni veya “gizli bir dernek (oluşum)”mu olduğuna ilişkin bir tartışma bulunuyor.
Agarta üzerindeki hemen tüm çalışmalarda bu ayrışmaya rastlanıyor. Ancak ortak nokta, bir ”gizlilik” olduğu yönünde. Yani ister “yer altı” olsun ister “örgüt, dernek, oluşum”; gizlilik var.
Burada bir uzlaşma noktası da zamanla ortaya çıkmış. Her ikisinde de doğruluk payı olduğu varsayılıyor.
Agarta’nın adamları kim, misyonu ne?
Peki Agarta ne yapar? Amacı nedir? Kimlerden oluşur? Burada kesin yargılarla ayrışan bir farklı okuma yok. Değişik ‘görev’ tanımları varsa da genel olarak amaç ve araçlar belli. Agarta, ‘sahip bulunduğu binlerce yıllık sırları uygulamak suretiyle insanlığı büyük bir spiritüel ilhama (illumination/aydınlanma/ışık) kavuşturmayı amaçlayan bilge ve filozoflardan oluşuyor’.
Saint-Yves d’Alveydre’den sonra Agarta isminin ilgi çeken biçimde sunuluşu, Fransız konsolosu olan Jacoliot’un “Hint’teki Tevrat’ adlı eserinde ve teozofinin kurucusu H. P. Blavatsky’in “Gizli Doktrin ve Gün lşığına Çıkarılmış İsis” adlı eserinde oluyor.
Bundan sonra en bilinen ve en sık gönderme yapılan ‘Rene Guenon’ oluyor ve “Dünyanın Kralı” adlı çalışmasıyla Agarta hakkında en geniş bilgileri kamuoyuna veriyor.
‘Öteye Ait Zekâların Oğulları’ Nerede?
Peki Agarta nerede? Agartalılar nerede? Bu konu üzerinde asla mutabakat yok. Hemen her kaynak kendine göre bir adres gösteriyor. Böyle olmakla beraber, ‘geniş coğrafi’ tanım açısından bir harita çıkarmak mümkün.
Guenon’a göre, çok eski bir tufan bugünkü Gobi bölgesinde çok gelişmiş bir uygarlık yok olmuştur. Burada yaşamakta olan ‘spiritüel mürşitler’ Himalayaların altında yer almakta olan büyük bir mağara şebekesine sığınmışlar.
Bu tezin bir devamı var. Coğrafi bir tanım verip, siyasi bir bilgiyi de içeriyor. Yukarıda ‘Agarta ve Şamballa’ ilişkisine değinmiştik. ‘Ayrı-rakip’ olduklarına ilişkin bilgi burada bulunuyor.
Bu göçten sonra, iki gruba ayrılıyorlar ve “sağ elin yolu’ diye anılan grup Agarta’ya, yani dünya hayatından uzak ‘murakabe ve mükaşefe’de bulunma ülkesine, “sol elin yolu” diye anılan diğer grup ise ‘Şamballa’ya yani kaba güç ülkesine yerleşiyor.
Bir diğer Agarta adresi Ferdinand Ossendowski’den gelmekte. Ossendowski, Bolşevik ihtilaline direnmiş Polonyalı bir bakandır ve başarısız olunca Moğolistan ve Çin’e kaçmıştır.
Sığındığı bir Lama manastırında kendisine, ‘altı bin yıldan fazla bir zaman önce kutsal bir insanın bütün bir halkıyla bir mağarada kayıplara karıştığı, ve yitik bir bilim yardımıyla, Agarti adlı yeraltı krallığının temelini attığı anlatılmış. Ossendowski bu bilgileri 1924′de yayınladığı “Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” kitabında derlemiş.
Agarta’ya katılım şartları!
‘Agartalı olmak’, günümüz değerleriyle pek mümkün gözükmemekte. Kut Humi’ye göre, “Agarta’ya girmek, katılmak, atanmak, seçilmek’ söz konusu değil; ‘Ancak, spiritüel anlamda olmak üzere, bileğinin hakkıyla Agartalı olunabilmektedir; kişi, ancak ulûhiyetle tekrar bütünleşip özdeşleşebilecek seviyeye ulaştığı takdirde Agartalı olabilmektedir, ki bu seviyeye ulaşmanın yolu da tatbikat ve tahakkuk sürecinden geçmektir, çünkü beşer varlığını en tam ve en aşkın biçimde değişime uğratan ve güçlendiren tek şey ancak spiritüel bilimdir.’
Yani Agartalılık; Yogiler’e veya ilk İbranilerdeki “semavî insana” özgü en derini hal ile mümkün. ‘Agartalılar dünya sakinlerinin şuurlarında genişleme ve açılma meydana getirmek ve kendilerinin spiritüel anlamda ulaşmış bulundukları duygu ve düşünce birliğine onları da ulaştırmak amacıyla kendi aralarında işbirliği yapmaya her an hazır durumda bulunmaktalar’.
Naziler-Hitler ve Agarta’
Agarta’nın nerede bulunduğuna ilişkin bir diğer adres ise bize oldukça yakın. Kapadokya. Bölgenin yer altı dehlizleriyle bilinen mimarisi ipucu oluşturuyor. Geniş ve büyük tüneller yapısı bölgeyi Agarta’nın olası adresi haline getirmiş.
Tabii bu da bir iddia. Zaten Agarta’ya ilişkin tüm bilgiler çeşitli ve renkli iddialara dayanıyor. Tünellerin kaynağı Daniken gibi araştırmacılar tarafından uzay uygarlıkları olarak gösterirken, bazıları Atlantis ve Mu kıtalarının batışlarından sonra kurtulan kimseler olarak gösteriliyor.

Elbette bu iddiaların en büyüğü, Agartha sakinlerinin insanlarla çok az iletişim kurarak günümüze kadar yaşadıklarıdır.
Popüler ve çok ilginç hatta inanılası bilgiler içeren yakın tarihli söylencelerin başında ise Adolf Hitler’in, Agarta rahipleri tarafından yönlendirilen bir medyum olduğudur. Bu nedenle bir çok araştırmacı Agarta ile ilgili konulara Naziler ve Hitler ile başlanmasını önerir.

Dabbe’tül Arz yeraltında değil mi?
Bazı kaynaklarda, Agarta(lıların) dünyayla iç içe yaşadığı, ancak 4. boyutta olduğu için görünmediği söyleniyor. Göründükleri zaman dilimi ise ‘kıyametle’ ilişkilendiriliyor.
‘Bizlerin şu an göremediği, ancak iç içe yaşadığımız, bu Medeniyet Mensupları (Agartha) dünya insanlarının dördüncü boyuta geçişi sürecinde onları karşılayacak, kendilerini tanıtacak ve insanlara bilgi aktaracaklardır. Kur’an’ın Neml Suresi’nde bahsedilen Dabbetül Arz, yani ‘yerden çıkacak’ ve hakikatleri anlatacak olan canlı varlıklar, bu medeniyetlerin mensupları olan varlıklardır’.
Agarta, popüler kültüre de defalarca konu olmuş bir figür; Umberto Eco, ‘Foucault’nun Sarkacı’ kitabında Agarta’dan bahseder. Abel Posse’nin meşhur romanının ismi: ‘El viajero de Agartha’dır. ‘Agarta: Hollow Earth’ adıyla bir bilgisayar oyunu da var. Bir başka meşhur oyun ‘Final Fantasy IV’te de Agarta şehrinden cücelerin yaşadığı bir yeraltı ülkesiyle bağlantı kuruluyor. Miles Davis ‘in bir albümünün adı da Agarta.
http://www.efuar.org
#agarta  #dabbetül arz  #şambala  #kıyamet  #gizem  #gizemli  #gizli  #ufo  #uzaylılar  #deccal 

 

Kaynaklar

[1] bknz. M. F. Abdülbâkī, "Mu’cem", “dbb” md.
[2] Zeki Sarıtoprak, "Dâbbetü’l-Arz" maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, yıl: 1993, cilt: 8, sayfa: 393-395.
[3] Eyub 40:15
[4] Yeşaya, 51:9, Eyub 9:13, Eyup 89:10.
[5] M. Süreyya Şahin, "Cin" maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 8; sayfa: 7.
[6] Yrd. Doç. Dr. Yaşar Salihpaşaoğlu, "Secular Defense for Absolutism: Torah’s Monster Leviathan", Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, sayı: 62, 2013, s.832.
[7] Turgut Gürsan, "Antik Çağlardan Günümüze Dünya’nın Gizli Tarihi", Pegasus Yayınları, 2008, ISBN: 6055943134.
[8] http://en.wikipedia.org/wiki/Rahab_(Egypt) (İngilizce)
[9] Daniel, 7:1-14.
[10] http://tr.wikipedia.org/wiki/Canavar_666
[11] Richard Bell, "The Origin of Islam", London 1926, s. 202.
[12] James Windrow Sweetman, "Islam and Christian Theology", London 1947, II, 214.
[13] Sebe, 34/14
[14] es-Sanânî, Abdurrezzak b. Hemmâm, Tefsîrü’l-Kurân, Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, Tarihsiz, II, 128.
[15] el-Fîruzâbâdî, Mecidüddin Muhammed b. Yakup, Tenvîrü’l-Mikbâs min Tefsîri İbni Abbâs, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2008, s. 452.
[16] el-Fîruzâbâdî, Tenvîrü’l-Mikbâs, s. 452; Mücahid b. Cebr, Ebu’l-Haccâc, Tefsîr-ü Mücahid, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2005 s. 218; es-Es-Sanânî, Tefsîrü’l-Kurân, II, 128.
[17] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Çelik, "Kur’an’da Dâbbetü’l-Arz", G.O.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, Cilt: 1, Sayı:1, s. 41-57.
[18] Neml, 27/82.
[19] Müslüm, “Fiten”, 40; Ebû Davûd, “Melâhim”, 12.
[20] Muhsin Demirci, "Tefsir Usulü", İstanbul: İFAV, 2011, s. 169.
[21] Müslim, “İman”, 249; İbn Atıyye, Ebu Muhammed Abdulhak b. Atıyye el-Endülisî, el- Muharrerü’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut: Dar-ü İbni Hazm, 2002, s. 678; er-Razi, Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut: Darü’l-Fıkr, 2005, XIV,7; Nesefî, Abdullah b.Ahmed b. Muhammed, Medârîku’t-Te’vîl ve Hakâîku’t-Tenzîl, İstanbul: Pamuk Yayınları, Tarihsiz II, 42; Beydâvî, Nasuruddin Ebu Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şirâzî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, Beyrut: Dar-ü Sâder, 2001, I, 329; el-Kelbî, Ebu’l-Kasım Muhammed b. Ahmed b. Cüzeyy, et-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-Ilmıyye, 1995, I, 293; es-Seâlebî, Abdurrahman b. Muhammed b.Mahlûf Ebî Zîr, el-Cevâhirü’l-Hısân fî Tefsîri’l-Kurân, Beyrut: Dâr-ü İhyâi’t-Türâsı’l-Arabiyyi, II, 533; eş-Şirbînî, Muhammed Ahmed el-Hatîb, es-Sirâcü’l-Münîr, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004, I, 531; es-Sâvî, Şeyh Ahmed, Haşiyetü’s-Sâvî alâ Tefsîri’l-Celâleyn, Beyrut: Darü’l-Fikr, 1998, II, 372.
[22] Tirmîzî, “Tefsîr-ü Sure”, 6: 9; İbn Atıyye, el-Muharrerü’l-Vecîz, s. 679; Tabersî, Ebu Ali el-Fadl el- Hasan bin el-Fadl, Mecmau’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kurân, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1997, IV, 157; el-Geylânî, Muhyiddin Abdulkadir, Tefsîrü’l-Geylânî, Beyrut: Darü’l-Kutübi’l-İlmiyye, 2009, II, 62; eş-Şirbînî, es-Sirâcü’l-Münîr,I, 531; es-Savî, Haşiyetü’s-Savî, II, 373; el-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîrü’l-Merâgî, Beyrut: Dar-u İhyâu’t-Turâs, Tarihsiz, VIII, 82; et-Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri’-Kurân, Beyrut: Dar-ü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabiyyi, 2006, VII, 322.
[23] Müslim, “Fiten”, 39; Tirmîzî, “Fiten”, 21 .
[24] İbn Atıyye, El- Muharrerü’l-Vecîz, s. 1429.
[25] Tabresî, Mecmau’l-Beyân, VII, 320.
[26] bknz. el-Ahzâb 33/63; eş-Şûrâ 42/17; el-Kamer 54/1.
[27] bknz. el-En’âm 6/158; Muhammed 47/18.
[28] Fussilat, 42/53.
[29] 23 et-Tabâtabâî, el-Mîzân, XV, 317.
[30] el-Fîruzâbâdî, Tenvîrü’l-Mikbâs, s. 404; el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 191; es-Suyûtî, ed-Dürrü’l- Mensûr, VI, 378.
[31] et-Taberî, Câmıu’l-Beyân, X,15; es-sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, IV, 510; Beğâvî, Meâlîmu’t-Tenzîl, III, 430; el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 191.
[32] eş-Şirbînî, es-Sirâcü’l-Münîr, III, 122; es-Savî, Haşiyetü’s-Savî, IV, 414; Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3703.
[33] el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, VI, 191.
[35] en-Neml 27/82.
[36] Müslim, “Îmân”, 249, “Fiten”, 39, 118, 129; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 12.
[37] “Fiten”, 21; “Tefsîr”, 27.
[38] “Fiten”, 31.
[34] http://www.risalehaber.com/bediuzzaman-dabbetul-arz-icin-ne-dedi-194118h.htm
[39] Bkz. el-Fetava, XVlI/419.
[40] Dr. Enver Apa, "Müteşabih Ayetler Kavramı Hakkında Tarihi ve Semantik Bir İnceleme", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002, Sayı: 2, s.151-168.
[41] Zehebî, I, 384; krş. Seffârînî, II, 147.
[42] Elmalılı, V, 3703.
[43] Zeki Sarıtoprak, "İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccal", İstanbul 1992, s. 93
[44] Ahir zamanda, iman ve küfürde zirveye ulaşmış bazı kimselerin, bu dünyaya yeniden dönüşleri.

http://gizliilimler.tr.gg/Semavi-Dinlerde-Dabbet.ue.l_Arz.htm

Yıldızlarla Burçların Olaylara ve İnsan Hayatına Etkisi Olduğuna İnanmak




Yıldızlarla Burçların Olaylara ve İnsan Hayatına Etkisi Olduğuna İnanmak!

Zeyd b. Hâlid el-Cuhenî'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre o
şöyle demiştir:

"Rasûlulllah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye'de, bize sabah namazını geceleyin yagan yagmurdan sonra kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra insanlara dönerek:

Rabbiniz size ne buyurdu bilir misiniz? diye sordu.

Sahâbe:
- Allah ve Rasûlü daha iyisini bilirler, dediler.

Rasûlulllah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
- Kullarımdan kimisi bana mü'min (îmân etmiş), kimisi de kâfir (inkâr etmiş) olarak sabahladı. Kim; Allah'ın fazîlet ve rahmetiyle yağmura kavuştuk, demişse, işte o bana îmân etmis, yıldızı inkâr etmiş demektir. Kim de, filân ve filân yıldızın doğması veya batmasıyla yagmura kavuştuk, demişse, iste o beni inkâr etmiş, yıldıza îmân etmiş demektir." [Buhârî, hadis no: 1038; Müslim, hadis no: 71]


.

28 Ağustos 2015 Cuma

Ani, city of 1001 churches Kars Turkey


     Ani (Ermenice: Անի, Latince: Abnicum), Kars'ın Merkez ilçesinde, il merkezine 48 km. uzaklıkta, Arpaçay boyunda bulunan ören yeri. 961-1045 yılları arasında Pakraduni Hanedanlığından Ermeni hükümdarlarının başkenti olmuştur. 11. ila 12. yüzyıla ait bazı İslam mimarisi eserlerini de barındırır.



              The Bagratuni Kingdom of Armenia, c. 1000


 Panoramic view of north walls of Ani, April 2011.

Kentin adı en erken 6. yüzyılda Gamsaragan sülalesinden Ermeni beylerine ait bir müstahkem yer olarak geçer. Ermeni Gamsaragan ailesi ile Ermeni Bagrationi (Bagrat) ailesi arasındaki uzun mücadele ikincilerin zaferi ile sonuçlanmış ve 780 yılında Gamsaragan'lar mülklerini Bagratlılara satarak Bizans ülkesine göçmüşlerdir.
Bagratlı I. Aşot 885 yılında Abbasi Halifesi ve Bizans İmparatoru tarafından "Ermenistan Kralı/Şehinşah-ı Armen" olarak tanınmıştır. Aşot ve oğulları önce (bugünkü Tuzluca ilçesinin 8 km kuzeyinde Halimcan köyü yakınında bulunan) Bagaran kentinde, daha sonra (Akyaka ilçesinde Koyucak mevkiinde bulunan) Şirakavan'da ve Kars merkezde hüküm sürmüştür. 961 yılında 3. Aşot (953-977) başkentini Ani'ye taşıyarak burada büyük bir kentin inşaına başlamıştır.
Kent en parlak devrini 2. Smpat (977-989) ve oğlu Gagik (989-1020) döneminde yaşamıştır. Bu devirde kent nüfusunun 100.000'i aştığı rivayet edilmektedir. 1045'te Bizanslılar Ani'yi zaptedip Bagratlı devletine son verince savunmasız ve huzursuz kalan bölge, 1064'te Selçuklu sultanı Alparslan'a teslim olmuştur.



Kent, 1064 yılına kadar Bizans yönetiminde kalmış ve bu tarihte Selçuklular tarafından zaptedilmiştir. Ancak kentte Selçuklu idaresinin kurulmuş olduğuna dair bir belirti yoktur. Selçuklu fethinden kısa bir süre sonra kent ve çevresinin Kürt kökenli Şeddadî beyliğinin yönetiminde olduğu görülmektedir. Ani'deki en önemli İslam eseri olan Menuçihr Camii, 1072 yılında Şeddadî emiri Menuçihr tarafından yaptırılmıştır.
1190 yılı dolayında Zakare Mkhrgrdzeli adlı Gürcü beyi Ani hisarını üs alarak Kars ve Ahıska bölgesini kapsayan bir egemenlik kurmuştur. Bunun soyundan gelenler önce Tiflis'teki Gürcü krallarına, sonra Moğol İlhanlılar'a bağlı "atabey" sıfatıyla hüküm sürmüşlerdir. Ani'deki Hıristiyan eserlerinin bir çoğu bu devirde yapılmış veya onarılmıştır. Daha sonra kent Celayirli ve Karakoyunlu devletlerinin egemenliğine girmiş ise de, nüfusu ağırlıkla Ermenilerden oluşmuştur.
Ani 1319'daki depremde ağır hasar görmüş, daha sonra Timur tarafından ele geçirilerek tahrip edilmiştir. Buna rağmen 1535 Osmanlı-İran savaşında tamamen terkedilinceye dek, kentte bir nüfusun barındığı anlaşılmaktadır.


1001 kilise şehri veya 40 kapılı şehir diye de adlandırılan Ani'nin ilk keşfi 1880'lere uzanan bir yeraltı şehri de vardır. Bu yeraltı şehrinde 823 yapı ve mağara bulunmaktadır.
Şehir suru, 8 kadar kilise ve bir cami, Ani'de halen ayakta duran eserlerin en önemlileridir.
İki yanı Arpaçay Kanyonu ile çevrili olan kentin plato tarafındaki üçüncü cephesi, 10. yüzyıla ait güçlü surlarla korunmuştur. Aslanlı Kapı kentin ana girişini oluşturur.
Katedral adı verilen Meryemana Kilisesi, 989 yılında, İstanbul'daki Ayasofya'nın kubbesini onaran mimar Trdat tarafından inşa edilmiştir. Düşey hatları kuvvetli bir şekilde vurgulayan yapı, etkileyici bir yükseklik duygusu elde eder.
Surp Stephanos Kilisesi
Vadi içinde bulunan Dikran Honentz Kilisesi 1215 yılında onarılmış ve Ermeni kilise geleneğini gösteren zengin fresklerle bezenmiştir. Fresklerde Ermenilere Hıristiyan dinini getiren Aziz Grigor/Krikor Lusavoriç'in hayatından sahneler görülür.
1020 yılına tarihlenen Abugamir Pahlavuni Kilisesi, İslam mimarisinden kaynaklanan ve daha sonraki dönemde Selçuklu mimarisinde sık sık kullanılan özellikler sergiler.
1035 tarihli Halaskâr (Amenaprgiç) Kilisesi dairesel kesitli bir kümbet yapısındadır. 1957 yılında yıldırım düşmesi sonucu yarısı yıkılmış diğer yarısı ise eksiksiz ayakta kalmıştır.

Menuçihr Camii, Türk fethinden sonra Türkiye topraklarında inşa edilen en eski cami olmasıyla dikkati çeker. Muhtemelen daha eski bir sivil yapıdan dönüştürülmüş ve 14. yüzyılda ikinci kez tadilata uğramıştır.
Arkeolojik alanın dışında kalan bir müstahkem tepe üzerinde, Zakare Mkhrgrdzeli'nin Kızlar Kilisesi adıyla bilinen kilise görülür.



http://peopleofar.files.wordpress.com/2014/05/ani-coat-of-arms.jpg
http://peopleofar.files.wordpress.com/2014/05/ani-capitol-of-armenia.jpg
http://peopleofar.files.wordpress.com/2014/05/ani-drawing.jpg
http://peopleofar.files.wordpress.com/2014/05/ani-drawing-2.jpg
Illustrations of Ani, the capitol city of medieval Armenian kingdom of the Bagratuni dynasty (961 C.E.) Also known as “the city of 1001 churches” and “the city of 40 gates”. With over 100.000 inhabitants Ani was at its time the rival to Constantinople and Cairo.