30 Ekim 2015 Cuma

İNSAN DEHR ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR TEFSİRİ


"Geldi."
HEL ; soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı; bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ, "hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri anlatılacaktır.
İnsan üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre. 

DEHR, Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda duraklamış "bilmem" demiştir.
HÎN, zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra yaratılmıştır.
Alemin yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil, anılan bir şey olmamıştır. 

MEZKÛR, hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat, sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu. Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar "çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2. Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede boş ve mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından" buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı, Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat "Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi çamurdan yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20) gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC: Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba" tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan" yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması itibariyledir.
"Emşâc" kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.
Gerçekte ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.
Şu halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında ikisi dikkate değerdir:
BİRİNCİSİ, Keşşâf'ta zikredildiği üzere İbnü Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani damarlarıdır.
İKİNCİSİ, Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin taşıdığı renkler ve geçirdiği hallerdir.
Nutfenin urûku görünüşte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi olarak düşünülünce onun urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu değişik özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına dahil ve nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden başlamıştır.
"Nutfenin renkleri ve geçirdiği haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiği ve anılmayan şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiği birçok süzülme mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan sonra embriyon ve et parçası yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak suretiyle geçireceği embriyon ve cenin hallerindeki aşamaları kapsayabilir.
Kısaca, insan kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.
Basit olmayan böyle bir nutfenin yaratılması öncelikle her şeyi bilen, hikmet sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlı olduğu gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye olunacak basit parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de doğal olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve lüzumu yok değil; fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. Bu nedenle hüküm tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı, yüce Allah'ındır. O tabiat esasen yok, onun ilminde vardır. Düşünmeli ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile "karışık bir nutfe" denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, "karışık bir nutfe" diye anılan şey ile "insan" denilen şey arasında tabiat bakımından aşılmayacak ne büyük bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler insanlara özellikle bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah insanı ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı. Böyle yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor:
Öyle ki, onu sınamak için evire çevire yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, onu bir takım emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin başında "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin sonunda "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kıyamet, 75/40) diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve yükümlülükle ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri, yapılan irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattık da onu işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve gerek kendi dışında işitilecek, görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratığa çevirdik. İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye anılmaya başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp nice katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden "O sizi aşama aşama yaratmıştır."(Nuh, 71/14) mânâsında evrile çevrile düzgün bir şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince bambaşka bir ruhani yaratılışa mazhar kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiş, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratıktır. Şu halde tam anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb'ına karşı görevlerini düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan daha derin ve daha güzeldir.
"Onu imtihan ederiz" kaydı, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde tekrar hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle anlatır.
"Görücü" vasfı da, yine Kıyâmet Sûresi'nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kıyamet, 75/14) âyetini özellikle hatırlatmaktadır.
Burada Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydı da mübtela kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili görevlerinin ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır.
Gerçekte bu iki âyet, insanın daha sonra yaratılmasının hikmeti, geçirdiği süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl ve geleceği ile mahiyeti ve alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları kapsayan ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas sınır ve çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş; insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmayan yüksek bir evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah'ın sıfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak tarif ederken, yaratılış hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye anılan şeyin; gayesine ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp, Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." (Kıyâmet, 75/30) ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyâmet, 75/12) buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır.
3. İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü açıklığa kavuşturulmak üzere buyruluyor ki: Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik. Bu yol "O gün sevk ancak Rabbinedir."(Kıyamet, 75/30), "O gün varılıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek."(Necm, 53/42) meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattığı ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya Allah'a ve onun katkısız nimetlerine götüren ve Kur'ân ile çağrılan hak İslâm dinidir. Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona görme, işitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceğini ve son gayeye ermek için Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak irşat ettik.
Gerek şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irşat ve hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın, olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu hidayet ve irşattan sonra insanı "şükredici" ve "nankör" diye ikiye ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden sakındırmak için "Dilediğinizi yapın"(Fussilet, 41/40) tarzında insanın ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir vaad ve tehdit vardır. Bu nedenle "leff ü neşr-i gayr-i müretteb" üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakındırmanın illeti,
4. Çünkü biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çılgın bir ateş hazırlamışızdır, yani, dileyen bunları seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek, dayanılabilecek şeyler olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak gerekir, meâlinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları (yaşam biçimleri) ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi devrilmeye hazır sersemlik veren içki âlemlerine düşkün olanları imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere buyruluyor ki: haberiniz olsun ki, iyiler...
5. "EBRAR, "berr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoğulu da "erbâb" gelir. "Fâil" kalıbı "ef'âl" şeklinde çoğul yapılabildiğine göre, bu kelimenin "bârr" kelimesinin çoğulu olabileceği söylenmiştir.
Berr, iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah hakkını edâ eden ve adağını yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiştir. Hasen'den, "karıncayı incitmez, kötülüğe razı olmaz kimse" diye de rivayet edilmiştir. (Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafında çevirmeniz hayır ve itaat değildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i İmrân Sûresi'ndeki "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayır ve itaata eremezsiniz."(Âl-i İmran, 3/92) âyetine bkz.)
BÂRR, iyilik yapıp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarına gelir. Burada şükredici olanların güzel halleri ve onları bekleyen mutlu son anlatılırken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunların bu yüksek ikramlara bu vasıflardan dolayı nâil olduklarına, yani şükürden maksadın amel ederek şükretme olup bunun iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine bir dikkat çekmedir. İşte böyle iyilik ve hayır sahibi iyi kişiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde yanmaları ahiretteki sonları olduğu gibi, bunun karşılığında zikredilen iyilerin içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki:
KE'S, kâse demektir. Yukarılarda da geçtiği gibi dolu kadehe denir. Boş olursa ke's denmez. Meşhur mânâda bunun hakikatı, içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle içindeki içkiye de denir. İçki içenlerin asıl maksadı neticede içkinin vereceği neşe olduğu için daha sonraları bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi söyleyip neticeyi kastetme) yoluyla tam neşeden mecaz olarak kullanılmıştır ki, edebiyatta bu mânâda kullanılışı yaygın olmuştur. Şu halde "tam anlamıyla dolgun, vereceği neşe içinde hiç sarhoşluk ve sersemlik bulunmayan, o anda ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki, demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuşkusuz ahiret yurdu, işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret hayatıdır. Çünkü dünyanın hiçbir neşesi yoktur ki içinde bir keder ve başağrısı bulunmasın. Bu mânâda tarihçi Âli ne güzel söylemiştir:
Neşe ümid ettiğin sâgar da senden gamlıdır.
Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfûrdan.
Bu nedenle "ke's" demekle gözetilen "tam neşe" mânâsı dünya kadehlerinde, dünya şaraplarında yoktur. Bunlar bir neşeye karşılık bir türlü yıkımla doludur. Bundan dolayı Kur'ân'da dünya şarabı "Şeytanın işinden bir pislik"(Mâide, 5/90) ve "Günahları faydalarından büyüktür." (Bakara, 2/219) diye nitelendiği halde, ahiret şarabı "Tertemiz bir içecek" (İnsan, 76/21) şeklinde nitelenmiştir ki bu, dünyada ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aşk neşesi ile ruhani bir gaye halinde düşünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik aynasından mutlak güzelliğin şevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye kavuşma neşesi vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir: 



Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne niza eyliyelim, ol ne senindir, ne benim denilir.
İşte bu neşeyi duyanlardır ki, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Aksine onlar Rab'ları katında diridirler."(Âl-i İmran, 3/169) ve bir de
"İşte onlar, en ileri giden sıddıklardır. Şehitlerin mükâfatı Rab'ları katındadır. Hepsinin ecirleri ve nurları vardır."(Hadid, 57/19) müjdeleriyle Allah katında ebedi hayatta neşe ile dopdolu olurlar. Bu ahiret neşesinden gafil olup da bütün lezzetlerini dünya hayatının zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini yalnız dünya şarabının dolmak ihtimali olmayan ve az bir neşeye karşılık türlü acılıklar, türlü başağrılarıyla bulaşmış ve sonunda kırılmaya mahkum bulunan boş ve eksik kadehinde aradıkları için yüce Allah onlara rağmen iyi kişilerin temiz ruhlarıyla duyacakları ahiret zevkini ve sonsuz hayat neşesini, birçok sûrede olduğu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve temiz bir içki demek olan "şürbi, ke's" ve "şarab-ı tahur=tertemiz şarap" zevk ve neşesi şeklinde beyan edip açıklamıştır. Bu kadeh ile içilen içkinin karışımı dünya içkilerinin karışımına benzemeyip her türlü kusurdan ve hoşa gitmeyen kokulardan arınmış, son derece temiz ve sonunda açıklanacağı üzere bir "şarâb-ı tahur" olduğu anlatılmak üzere buyruluyor ki: Onun, (yani o kadehin) karışımı bir kâfur olmuştur.
MİZÂC, alet bildiren bir isim mânâsında olarak bir şeye katılan katkı demektir ki, özelliği bunda görünür. Mesela, bir şerbete katılan gül suyu onun mizacı, katkısı olmuştur. Sonundaki zamiri, kâsenin yerini tutmaktadır. Ke's, dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre, kâfur, kadehin katkısı olmuş olur. Bu ise, o kâsenin sırçası, "gümüşten billurlar" âyetinden de anlaşılacağı üzere kâfur tabiatında beyaz ve hoş demek olabileceği gibi, o kasenin içine katılan içkinin kâfur özelliğinde, görülmedik bir içki demek olduğunu da ifade edebilir. Bundan başka "katkısı olmak", kabın kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun olacağına göre burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek şey demek olup bunun katkısı da o içilecek içkiye katılan temiz ve hoş bir katkı demek olur. Önceki mânâya göre kâfur, bildiğimiz mânâda düşünülebilir. Bilindiği gibi kâfur, beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani kötü kokuya karşı ve doğal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliğini taşıyan meşhur bir şeydir. Bir kâsenin kendisinin bu tabiatta olması onun temizliğini, hoşluğunu, güzelliğini ifade eden eşsiz bir "istiare-i temsiliyye" olur. İkinci ve üçüncü mânâlara göre ise kâfur, bilinen mânâsında değil, dünyada bilinmeyen bambaşka bir içki veya içki katkısı demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur, cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismi diye rivayet edilmiştir. Buna göre o iyi kişiler, o dolgun kadehten bu kâfur denilen çeşmenin suyunu veya içine o çeşmeden katılan bir cennet şarabını içecekler demek olur.
6. Bu takdirde "bir kaynak" sözü, kâfurdan bedel veya onun açıklayıcısıdır. Yani, o kâsenin katkısı olan kâfur, bir ayn, bir çeşme, başka bir tâbirle bir kaynak, bir kaynak gözü, bir pınardır.
İkinci ve evvelki takdirde ise "içerler" fiilinin mefûlü (tümleci)dür. Yani katkısı kâfur olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynağı olan bir çeşme suyu veya o su ile karıştırılmış bir içki içerler. Buna Vâkıa Sûresi'nde imanda en ileride olanların nitelikleri anlatılırken "Akan içki kaynağından doldurulmuş kadehler. Ondan başları ağrıtılmaz, akılları giderilmez."(Vâkıa, 56/18, 19) denilmiş, Saffât Sûresi'nde de, "Maîn'den doldurulmuş bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne de içenlere sarhoşluk verir."(Sâffat, 37/45-47) denilmiştir. Bu sûrede geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz, içenlere lezzet verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadı değişmeyen sütten ırmaklar."(Muhammed, 47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakın mânâdadırlar.
O kâfur veya o içtikleri öyle bir çeşme ki Onunla, (yahut) ondan Allah'ın kulları içer, güzel yollarla onu akıtırlar da akıtırlar. İstedikleri yerlere kolay kolay akıtırlar, diledikleri gibi kana kana içerler. Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de İbnü Şevzî'den rivayetine göre bu kaynağın altın boruları vardır, su onları takip eder.
Burada "Allah'ın kulları", yine o anlatılan iyi insanların kendileri, içme de daha önce anlatılan içmenin açıklaması olmak ihtimali var ise de, bunun genel mânâda olması daha açıktır. Bu duruma göre çeşme, o iyi kulların dünyada yaptıkları hayırlar; Allah'ın kullarının ondan içmesi, herkesin ondan faydalanması; iyi kulların kâfur katkılı dolgun kadehten içmeleri de, ahirette onun sevabından elde ettikleri sonsuz mutluluk neşesi demek olur.
7. Bunun şu şekilde izahı da bu mânâyı anlatır: "Adaklarını yerine getirirler..." Çünkü bu âyetler o "iyi kul" deyiminin özet olarak anlattığı mânânın bir tür açıklaması olmak üzere onların ahirette bu murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini, ahlâklarını, ruh hallerini, fikir ve gayeleri ile hayır işlerinin esasını ve meyvelerini açıklamaya başlamaktadır. Yani, "onlar nasıl o iyiliğe erer, o pınarın suyunu akıtırlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarını yerine getirirler."
NEZR, bir şeyi yapmayı üzerine almak ve adamak demektir ki, bir kimsenin, üzerine gerekli ve vacip olmayan hayırlı bir işi kendine vacip kılarak "yapayım" diye üzerine almasıdır. Kuşkusuz, kendine vacip olmayan nafileyi üzerine alıp da onu yerine getiren kimseler, kendilerine vacip olan vazifeleri haydi haydi yaparlar. Bu nedenle âyeti, gerek kendilerinin vacip kılması ve gerek yüce Allah'ın vacip kılmasıyla üzerlerine vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine getirirler demek olur. Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler."(Müminun, 23/8) âyetinin mânâsı ile, "Kul bana nafilelerle devamlı yaklaşır. Neticede ben onun kulağı, gözü... olurum." kudsi hadisinin mânâsını kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigası (geniş zaman kipi) ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade eder. Yani, bir iki defa yerine getirmekle kalıvermez, devamlı yerine getirip dururlar. Hem de yaptıklarıyla gururlanıp da "artık yetişir" diye gafil davranmazlar. Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar, o endişe ile korunur dururlar.
8. MÜSTATÎR; uçan, uçuşan, yangının veya sabah aydınlığının yayılması gibi ufuklara dağılıp yayılma kabiliyetinde olan demektir. "Seve seve yemek yedirirler". Burada sözü, sonundaki zamirin yerini tuttuğu isme göre iki mânâ ifade eder:
BİRİSİ, yemeğe sevgileri, yani kendi ihtiyaçlarından dolayı istek ve arzuları bulunmasına rağmen, demektir ki, "Sevmesine rağmen mal verdi."(Bakara, 2/177) ve "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız."(Âl-i İmran, 3/92) âyetlerinin ifade ettiği mânâ budur.
BİRİSİ de, o yedirmeyi istemeye istemeye değil, can ü gönülden isteye isteye, seve seve yaparlar demektir ki, her birinin bir izah ve yorumu vardır. "Miskine, yetime ve esire" yedirirler.
MİSKİN, kendi kendine bir şey kazanmaktan aciz kimse demektir.
YETİM, kendisi için kazanç temin eden ölmüş, kendisi de kazanç elde etmekten aciz mânâsınadır.
ESİR, köle olup olmamaktan, müslüman olup olmamaktan daha genel olarak, hangi esir olursa olsun demektir.
Burada esirlere, düşkünlere güzel muamele yapılmasına önemli bir şekilde dikkat çekilmektedir. Esir, kendisine öldürme veya başka herhangi bir muamele yapılmaya mahkum bir durumdadır. Onu öldürmek gerekirse önce öldürmeli, fakat esirlik zincirine vurulduktan sonra da işkence etmeyip mümkün olabildiği kadar insanca bakmalıdır. Rivayete göre, Hz. Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan birine teslim eder, "buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç gün onun yanında kalır, esire, onu kendi nefsine tercih edecek şekilde bakardı. Katâde şöyle der: "O gün onların esirleri müşriklerdi. Senin müslüman kardeşin ise elbette doyurmana daha layıktır." Müslüman bir esire yardım, daha çok onu esirlikten kurtarmaya çalışmakla olur. Sonra onlar bu yemek yedirmeden bir menfaat ve karşılık beklemezler.
9. "Biz sizi Allah için doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açıkça yüzlerine söylemez, içlerinden ve halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle derler" diye açıkça söylenmemiş, dolaylı olarak ifade edilmiştir.
Lİ VECHİLLAH, Allah yüzü, devamlı olan ahiret yönü, Allah rızası için demektir.
10. Abûs çirkin suratlı, yani "içinde bulunanların yüzlerini ekşitip fenalaştıracak olan kara gün", çatık suratlı deniliyor ki, bu kelime, devenin dölleme sırasında kibir ile veya doğururken sıkıştırma halinde kuyruğunu kaldırıp burnunu çevirerek ve yanlarını derleyerek aldığı çalımlı veya sıkıntılı durumunu anlatan sözünden alınarak, iki gözünün arasını çatıp şiddetle alın buruşukluğu gösteren, yani son derece çirkin veya kötülüğü birbirine girmiş gibi zorlu ve dehşetli veya uzun, uzayıp giden mânâları ile tefsir edilmiştir ki o gün, kıyamet günüdür.
11. "Allah onları o günün kötülüğünden korur ve onlara parlaklık ve sevinç verir". Bu âyetler de dünyadaki o ruh hali ile çalışma ve gayretin sonundaki semeresini, ahiretteki neticesini açıklamaya başlarlar ki bu, "bir kadehten içerler" âyetiyle kısaca anlatılan neşe ve mutluluğun izah ve açıklamasıdır.
12. "Sabırlarına karşılık onlara verilir", bununla, sabrın, iyi kişilerin muvaffak olma sebeblerinden biri olan en seçkin özellikleri olduğuna ve böylece aynı anda hem şükrettiklerine, hem de sabrettiklerine işaret olunmuştur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip içecekleri, gönülde yer alan, hoş bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri de ipektir."(Hacc, 22/23; Fâtır, 35/33) âyetinde de belirtildiği gibi, bir ipek ki onu giyip süslenirler.
13-14. Bu yüzlerindeki parlaklık ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek şu hâl ile ifade ediliyor: Koltuklar üzerine dayanıp kurularak.
ERİKE, gelin odasına kurulan yatak, donatılmış koltuk demektir.
Orada zemherî, yani şiddetli bir soğuk da görmezler. Çünkü aşırı sıcak azap olduğu gibi aşırı soğuk da azaptır.
15. Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
16. Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
17. "Orada onlara dolu bir kadeh sunulur ki, katkısı zencebildir".
ZENCEBİL, zencefil dediğimiz bilinen hoş kokulu baharatın ismidir ki bazı içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. Önce kâfur katkılı kadeh, burada da zencefil katkılı kadeh denilmesinden ve birinde "içerler", öbüründe de "onlara içirilir" tabiri kullanılmasından iki tür kadeh anlaşılıyor ki birinin çalışarak kazanıldığına, diğerinin Allah vergisi olduğuna işaret olsa gerektir.
18. "Selsebil"
SELSEBİL, bunun ilk önce Kur'ân'da işitilmiş bir kelime olduğu söylenmiştir. Selsel ve Selsâl gibi, akıcı olmak ve peşpeşe akıp gitmek mânâlarıyla ilgili olarak "akımı ardarda olan ve içimi ve yudumu boğaza dokunmayacak şekilde gayet kolay ve tatlı" mânâsını ifade ettiği de söylenmiştir. Mücahid, "akımı kuvvetli, içimi kolay" demiş; Mukatil de, "suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar bir pınar" demiştir. Katade'den rivayet olunduğuna göre, "Arş'ın altında Adn cennetinden fışkırıp bütün cennetlere akan bir pınardır". Ebu Hayyan der ki: Bu kelimenin zahirinden anlaşılan bunun bir isim olmayıp "yutulurken akıcı, tadılması kolay" şeklinde bir nitelik bildirmiş olmak gerektir. Çünkü gerçekten isim olsaydı gramer bakımından, müennes ve özel isim olduğundan dolayı, gayr-i munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber gibi, fâsılaya riayet için tenvinlenmiş olması da düşünülebilir.
Bazıları da bunun, "bir yol iste" mânâsına gelen sözünden nakledilmiş bir isim olması ihtimalini söylemişlerdir ki, "ona bir yol arayanlar, ondan içebilirler" mânâsını dolaylı olarak gösterir demektir.
19. "Etraflarında ölümsüz hizmetçiler dolaşır..."
20. Orada gördüğün vakit, yani o cennette gözün her nereye ilişse bir nimet ve pek büyük bir mülk görürsün, kederden, kin ve hileden uzak, katıksız bir nimet ve anlatılamayacak büyük bir saltanat ki bu, duyu organlarıyla hissedilebilen ve akılla düşünülebilen nimetleri kapsar. Bazıları da şöyle der: O büyük mülk, bir şey meydana getirmek ve bunu dilemek mülküdür ki, onlar bir şeyin olmasını istedikleri zaman o şey hemen oluverir. İşte bu "neye baksan" şeklindeki hitapta Resulullah (s.a.v)'a ve ümmetine bunu bir vaad vardır.
21. "Onların üzerinde vardır". Bu, o nimete sahip olan kişilerin görüldükleri sıradaki veya etraflarında dolaşılırkenki hallerini açıklamaktadır. Yani "sen gördün" mânâsından veya "onların etrafında dolaşır" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki "yaslanmışlardır" sözünden hal olarak ipeği açıklamaktadır. Yani, o nimet içindeki kişileri gördüğün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarında dolaşıldığı veya koltukları üzerine oturdukları sıradaki halleri, üstlerinde giyim yahut üst taraflarında tezyinat olarak yeşil sündüs giysiler vardır, yani sündüs adı verilen gayet ince ve zarif ipek kumaşlardan yeşil giyecekler "ve istebrak vardır". Yani kalın veya sırmalı ipek kumaşlar ki "Sündüs ve atlastan elbiseler giyerler."(Duhan, 44/53) mânâsınca sırasına göre giyinirler veya oturdukları yerler aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı bunlarla donatılmıştır. Aslı Arapça olmayan bu "sündüs" ve "istebrak" kelimeleri hakkında çok söz söylenmiş ise de bizim anlayacağımız ince ve kalın ipek kumaşların en güzelleridir.
Ve gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. "Onlar süslenmişlerdir." cümlesindeki zamir, hizmet eden ölümsüz hizmetçilerin yerini tuttuğuna göre, bunların böyle süslenmeleri akla uygundur. Cennetteki kadınlar hakkında da yaraşır. Erkekler hakkında bu tarz süslenmek nasıl övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin zevkine havale etmek şeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun bir yorumu da yok değildir. Çünkü kollarındaki bu bilezikler, cennet ehlinin dünyada elleriyle yapıp uzmanlaştıkları salih amellerin simgesi olan mükafattır. Bazı âyetlerde altın ve gümüş bilezikler diye bunların derecelerindeki farklılığa da işaret buyurulmuştur. Bazıları, "gümüş hizmet edenlerin, altın ise hizmet edilenlerindir. Burada hizmet edenlerin süsü olması itibarıyla gümüş denilmiştir" demişlerse de altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlığın daha çok samimiyet ve saflığı simgelemesi ve bir de altına oranla çokluğundan dolayı herkese yararı daha kapsamlı olması nedeniyle burada sade gümüş denilmiş olması daha uygundur. Sonra şu da unutulmamalıdır ki, bu gümüş, bildiğimiz gümüş değil, o âleme özgü bir gümüştür. Bütün bunların yanında bu âyet, cismâni ve ruhanî bazı işaret yollu mânâlar da ilham edebilirse de onlar zevklerin inceliklerine ait sırlardır. Bütün bunlar en son olarak şu zevk ve neşede özetlenmiştir: ve onlara Rablari tertemiz bir şarap sunmaktadır. Ki hem temiz, hem de hiçbir keder ve leke bırakmayacak şekilde son derece temizleyici bir şaraptır.Bu şarap daha önce söz edilen biri kâfur katkılı, diğeri zencefil katkılı iki türün ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbı tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf ve temizlik vasfıyla seçkin tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ın cemaline kavuşma neşesidir.
Bu şarabın temizliği ile ilgili gelen rivayetler:
Ebu Kulâbe'den şöyle rivayet edilmiştir: Yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz bir şarap sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur ve dışlarından misk kokusu gibi bir ter halinde taşar. Mukâtil'den de şöyle rivayet edilmiştir: Bu, cennet kapısında bir kaynaktır ki her kim ondan içerse yüce Allah onun kalbinde kin, hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser bırakmaz, hepsini çekip çıkarır: "Kalplerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar."(Hicr, 15/47) Öte yandan bu şarapta, dünya şaraplarında bulunan lekelerden eser yoktur. Bazıları da şöyle demiştir: Bundan maksat sırf ruhanî olan bir şaraptır ki, bu insanı Allah'ın dışında her şeyden uzaklaştıran ilâhî tecellidir.
"Bir duruluk var, su yok; bir hoşluk var, hava yok; bir nur var, ateş yok; bir ruh var, cisim yok".
İbnü Fârıd'ın "Hamriyye kasidesi"de bu mânâ üzere yazılmıştır. Mesela "taıyye" ("tâ" harfi ile biten kaside)sindeki şu beyit ile de bunu kastetmiştir:
"Bana içirdiler de, "şarkı mırıldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini Huneyn dağlarına içirselerdi dağlar şarkı söylerdi".
Hikâye olunduğuna göre, Bâyezid-i Bestami'ye bu âyeti sormuşlar. Demiş ki: "Allah onlara tertemiz bir şarap sundu. Onlardan başka şeylerin sevgisini temizledi." Sonra da şöyle demiş: Yüce Allah'ın bir şarabı vardır ki, onu kullarının en erdemlileri için saklamıştır. Bu şarabı onlara doğrudan doğruya kendisi içirir. İçtilermi coşarlar, coştularmı uçarlar, uçtularmı ererler, erdilermi ayrılmazlar. Onlar "Sadakat meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarın huzurundadırlar."(Kamer, 54/55) sırrına ermişlerdir.
Razî, yazdığı yorumların sonunda işaret yollu bir mânâ ile buradaki içkilerin hepsini böyle bir ruhânî tarzda anlatarak der ki: Ruh, melekler âlemindendir. Büyük ve ulu meleklerin cevherlerinden bu ruhlar üzerine taşan nurlar, susuzlukları gideren ve vücudu kuvvetlendiren tatlı suya benzer. Kaynak suları ve pınarlar durulukta, çoklukta ve kuvvette farklı oldukları gibi, ulvî nurların fışkırdığı kaynaklar da böyledir. Bazıları soğuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi dünyada korku, ağlama ve sıkıntı makamındadır. Bazıları da sıcak ve kuru tabiatte zencefil gibidirler. Bu halin sahibi de yüce Allah'tan başka şeylere az iltifat eder, maddeye ve cisimle ilgili şeylere az önem verir. Sonra insan ruhu kaynaktan kaynağa, nurdan nura naklolur, gider. Hiç kuşku yok ki sebepler ve bunların neticeleri mutlak nur olan yüce Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama ulaşıp o şaraptan içince önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok olur. Çünkü yüce Allah'ın yücelik ve azametinin nuru karşısında Allah'tan başka olan her şeyin nuru yok olur. İşte pek doğru kişilerin yollarının sonu; yükselme ve olgunlaşmada derecelerinin en son noktası budur. Bu nedenle yüce Allah iyi kulların sevaplarını zikrederken bu âyeti ile konuyu bitirmiştir.
22. Şöyle diyerek ki: İşte bu, sizin için hazırlanmış bir karşılık idi ve çalışma ve gayretiniz karşılığını buldu. Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi; kıymeti takdir olunup daha büyük bir mükafat ile karşılandı. Bu hitap, cennetlikler cennete girip kendileri için hazırlanmış olan nimetleri gördükleri zamanki kutlama ve tebrik hitabını hikâyedir. Yani o zaman böyle denecektir. Allah'ın ilmindeki ezeli takdiri haber vermek suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabı olma ihtimali de vardır.
Kâfirlere hazırlanan zincir, bukağı ve cehenneme karşılık şükredenlere, iyi kullara hazırlanan gönül ve yüz aydınlığı, cennet, ipek, o saf nimetler ve büyük mülk ile tertemiz şarap, karşılığı verilen çalışma ve gayretin aşırı derecedeki neşesini beyandan sonra "Biz ona hidayet yolunu gösterdik." âyetinin mânâsının gerçekliğini göstermek ve konuyu açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
23- Kur'ân'ı sana kısım kısım biz indirdik biz.
24- O halde Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.
25- Sabahakşam Rabbinin ismini an.
26- Gecenin bir bölümünde de O'na secde et (akşam ve yatsı namazlarını kıl). Hem de O'nu uzun bir gece tesbih et (teheccüd namazı kıl).
27- Çünkü onlar bu dünyayı seviyorlar ve önlerindeki ağır bir günü arkaya atıyorlar.
28- Onları biz yarattık ve mafsallarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz vakit de kılıklarını değiştiririz.
29- İşte bu bir öğüttür. Dileyen Rabbine giden yolu tutar.
30- Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
31- Allah dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere ise, acıklı bir azap hazırlamıştır.
23. Sana başkası değil, biz indirdik, biz Kur'ân'ı. İnsana doğru yolu gösteren ve o tertemiz şarap neşesini sunan Kur'ân'ı kısım kısım indirdik yani bir defada değil, zaman zaman aralıklı olarak, yirmi üç senede, azar azar. İlk insanın yaratılışında olduğu gibi, bunda da basamak basamak olgunlaşma ve yükselme kuralına bir uygunluk vardır. Bununla önceden zikredilmeyen birçok şey olacak ve bu vaad edilen şeyler kesinlikle gerçekleşecektir.
24-25. Onun için acele etme de Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Bugün son zafer ve başarıya erdirmeyip de yükümlü tutup, imtihan ettiği bir takım gayret ve didinmelerin zorluğuna dayan, ilerde vereceği hükmü gözet, çünkü bu çekilen zahmetlerin güzel bir sonu var sabırsızlık edip de o insanlar içinden bir günahkâra yani günaha çağıran bir günahkâra veya küfre çağıran nankör bir kâfire itaat etme. Rabb'ının ismini an. "Bir de sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin."(Bakara, 2/45) âyetinin mânâsınca sabır ile beraber ezana ve namaza devam et. "Sabah akşam".
BÜKRA, erken demektir. "Er"sözü, sabah ve sabahtan öğleye kadar olan süre için kullanılır.
ASÎL, ikindi ve akşam üzeri mânâlarına gelmekle beraber öğleden akşama kadar olan zamana denir. Buna göre "sabahtan akşama kadar" demek olup bunun içinde sabah, öğle ve ikindi namazları vardır.
26. ve geceden de, yani gecenin bir kısmında da Ona, (yani Rabbına) secde et. Burada "fâ" ile "secde et" emri, "zikret" emrini de beyan ederek ondan da maksadın namaz olduğunu anlatır.
Secde, "zikr-i cüz, irade-i kül" (bir bütünün bir parçasını zikredip tamamını kastetme) yoluyla namazdan mecazdır. Yani secde zikredilmiş, namaz kastedilmiştir. Gecenin bir kısmı ve parçası da akşam ve yatsı demek olur.
Hem de onu, uzun gece, (yahut geceleyin uzun uzadıya) tesbih et. Bunda da Müzzemmil sûresinde geçtiği üzere Peygamber'e teheccüdün vacip olduğuna bir dikkat çekme olmakla beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabredilmesi emredilen müddetin uzun bir gece gibi geleceğine ve onun, Allah'ı tesbih edip noksan sıfatlardan uzak tutarak uyanık bir şekil de ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi gerektiğine de işaret vardır. Bu işaretin, dolayısıyla ümmete ait olacağı da unutulmamalıdır.
27. Çünkü onlar, yani kâfirler "peşini", yani dünyayı seviyorlar", "ağır bir günü arkalarına atıyorlar". Bu ağır gün, önlerinde bulunan kıyamettir.
28-29. "Eklem yerlerini bağladık". Esaret maddesi olan esr, aslında sıkı bağlamak mânâsına mastar olup bağlama vasıtası olan bukağı ve bağ için de kullanılır ki, burada yaratılış bağları, bedenlerin eklemlerini bağlayan damar, sinir ve adeleler gibi bağ vasıtaları ile tefsir olunmuştur. Biz bu "şedd-i esr" sözünü meâlde "kundakları bağlamak" şeklinde ifade etmeyi uygun bulduk.
"Dilediğimizde yerlerine benzerlerini getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine benzerlerini getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder, yerlerine diğer benzerlerini yaratırız mânâsına, tebdil-i zevat yani zatlarını değiştirme mânâsına da olabilirse de, sıfat ve kılık mânâsına mimin fethasıyla mesel'den türetilerek "sıfatlarını, niteliklerini değiştirme" mânâsına olmak daha uygundur. Nitekim Vâkıa Sûresi'nde, "Kılıklarınızı değiştirmek ve sizi bilmeyeceğiniz bir yaratılışla yaratmak üzere.."(Vâkıa, 56/61) âyetinde bu mânâ açık idi.
30. "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin çarpışma sahası olmuş ise de bunda kulların dileme hak ve yetkisi olduğunda, bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayıp Allah'ın dilemesine uygunlukla kayıt altına alındığında şüpheye yer yoktur. Dolayısıyla sorumluluk kula, hüküm Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. Kul, Allah'ın dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda bağlı olmadan dilediğini yapar. Yol, onun tayin ettiği; sevap ve ceza da onun hükümleridir.
31. O dilediğini yapar. Bundan dolayı "Dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere ise acıklı bir azap hazırlamıştır." buyurarak biri rahmetine, biri azabına giden iki yol göstermiştir. İşte insan, gösterilen bu iki yolun arasında imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Yukarıda kısmen açıklanan bu vaad ve tehdit, gelecek sûrelerde de derinlemesine tahkik ve izah edilecektir.
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
https://www.facebook.com/notes/yavuz-tellio%C4%9Flu/dehr-suresi/950965308294067




Ezelden şâh-ı aşkın bende-i fermanıyız, cânâ
Muhabbet mülkünün sultan-ı âlî şânıyız cânâ
Ba
Ey bezm-i ezel fetile zu
Bezm-i ebed encümen fürûzu
Fuzûlî

O rind-i pâk dil kim dâmen-i dünyadan el çekmiş Fe- dehri duym hâhiş-i bîcâdan el çekmiş Fenâsın duysa bezm-i âlemin hurşîd için derdim Humâr-ı şâhid-i nüh sâgar-ı mîdan el çekmiş

Neşâ


.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Kimmerler ve İskitler























AMAZONLAR KİMDİR?
Antik Grek ve Roma/Latin kaynaklarında Sinop’un doğusundaki “Themiskyra” bölgesi, başka bir deyişle de Amisos’un (Samsun) doğusunda uzanan Thermodon/Terme çayı havzası ve dolayları Amazonların yaşadıkları topraklar olarak gösterilir. Aynen Gümüşhacıköy’de olduğu gibi, bir rastlantı sonucunda eski eser kaçakçılarınca bulunan ve yağmalanan iki alçak kurgan ve içindeki çok zengin ölü hediyeleri, antik kaynaklar dışında, bu insanların bu bölgede gerçekten de yaşadıklarını kanıtlayan çok seçkin arkeolojik bulgulardır. Gerçekte -bozkır göçebe kültürünün ve geleneklerinin ve de çok eski bir Türk töresinin gereği olarak- at üzerinde savaşan Kimmer ve İskit kadınları ve kızları, Karadeniz sahillerini iskan eden, Yunanlı kolonistleri bir anlamda dehşet içinde bırakmış ve bunlar -çeşitli yörelerde- birer mitos haline dönüşerek Antik çağ kaynaklarında ve devamında yer almış ve saygı görmüşlerdir. Bilindiği gibi Amazonlarla ilgili sahneler Antik Grek sanatında özel bir yer tutmaktadır. Tarihi gerçek olarak şu sonuç bizce çok önemlidir: İster Eski Anadolu’da ve ister Kafkasya’da ve diğer yörelerde nerede bir Kimmer ya da İskit göçü ya da istilâsı varsa, orada muhakkak bir Amazonlar Efsanesi ve öyküleri çıkar. Bu bir rastlantı değildir.
Kimmerler Karadeniz bölgesinde, doğuda Trapezus’a/Trabzon, batıdaysa Herakleia Pontika’ya (Karadeniz Ereğlisi) kadar yayılırlar: Trabzon yakınındaki Ağırmış Dağ’ın antik çağda Kimmerius Dağı adını taşıması da ilginç bir kanıttır. Antik kaynaklara göre batıdaki Herakleia Pontika/Karadeniz Ereğlisi, “Mariandynoi” kabilesinin topraklarında kurulmuş olan bir Megara kolonisidir. Balkanlar üzerinden gelen “Mariandynoi” kabilesinin, efsanevi şefi olarak sözü edilen “Heros Kimmerios” -aynen Amazon efsanelerinde olduğu gibi- bu temaların en güzel örneklerinden birini daha oluşturmaktadır. Tarihî gerçek olarak bazı Kimmer boyları bu yörede yaşamışlar ve Sinop’ta olduğu gibi Grek kolonistlerle savaşmışlardır. Ayrıca, yukarıda değindiğimiz üzere Batı Karadeniz bölgesinde yaşamış olan Trak kökenli “Mariandynoi” kabilesi, mitolojik bir anlatımla Kimmerlerle bağıntılı gösterilmiştir. Bu mitosla ilgili olarak ünlü “François Vazosu” üzerinde “Mariandynoi” kabilesinin atası “Heros Kimmerios” ok atan tipik bir bozkır savaşçısı şeklinde resmedilmiştir. Bu figürün yanındaki ünlü “Toxamis” de, aynı kıyafet ve techizatla ok atmaktadır. Toxamis adının -en yakın olarak- “Toktamış” adıyla çağrışım yaptırdığını ifade etmek isteriz. Kimmerlerin Karadeniz bölgesinde yayılması bu yöredeki bazı küçük yerleşim gruplarını etkilemiş, bu toplumlar, daha gerilere, dağlık bölgelere çekilmek zorunda kalmışlardır.
Doğu Göç Kolu olarak adlandırdığımız Kimmer ana göç kolunun bu hareketleri böylece süregelirken, doğuda da olaylar hızla gelişmektedir. Urartu topraklarında yaşayan ve onların müttefiki olan Kimmer boyları bir takım politik girişimlerin içinde görülürler. Gerçekte bu olaylar, İran’daki Medler’in Önasya dünyasında yeni bir politik güç olarak ortaya çıkmalarıyla bağlantılıdır. Medler, Asur kralı Asarhaddon’a karşı Kimmer, Mannai ve diğer bazı toplumlarla birlikte güç birliği yaparlar, bu güçler tümüyle Asur’a karşı harekete geçmiştir.
Bu olaylar süregelirken, Önasya dünyası yeni bir istilâya uğrar, yukarıda da değindiğimiz üzere Azerbaycan ve Medya’ya yayılan İskit dalgaları Önasya dünyasını tehdit etmeye başlar; nerdeyse Mısır kapılarına kadar dayanırlar. Önce de vurguladığımız gibi kral Asarhaddon, bu kudretli Asur kralının tanrı Şamaş’a yalvararak veya akıl danışarak her türlü kehanete başvurması ve bu bozkır savaşçıları karşısında duyduğu “batıl korkulardan” kurtulmaya çalışması, gerçek anlamda Kimmer ve İskitlerin Önasya’daki askeri ve politik güçlerini açıkça kanıtlamaktadır. Asarhaddon, hemen tüm saltanatı boyunca, devamlı olarak Kimmer ve İskit akınlarının korkusu altında yaşamıştır.
Resim: Herakles Amazonlarla savaşırken (https://tr.wikipedia.org)

ÖN ASYA DÜNYASINDA İLK TÜRKLER: KİMMERLER VE İSKİTLER


Kimmerler ve İskitler Eskiçağ’daki “Türk Kültür Tarihi”nin, daha genel bir deyişle de “Millî Tarihimiz”in ilk temsilcileridir. Çünkü Eskiçağ ve devamındaki çeşitli yazılı kaynaklardan edindiğimiz bilgilerin ışığı altında ve bu bilgileri doğrulayan, zenginleştiren muhteşem arkeolojik bulgular yardımıyla, adları günümüze kadar ulaşmış olan ilk Türkler ve ilk Türk Devletleridir. Onların öyküsü “tarihî gerçekler” olarak, bir anlamda -çok uzun süreli- Eskiçağ’daki “Türk Dünyası”nın öyküsüdür. Her ne sebeple olursa olsun, inkârı mümkün olmayan gerçekleri vurgulamak için “İlk Türkler” başlığını özelliğini özellikle kullandığımızı, öncelikle ifâde etmek isteriz.
Üç kıtaya yayılan coğrafyanın büyüklüğüyle paralel olarak, “Türk Dünyası”nı kapsayan – çoğunlukla “çağdaş”/”hemzaman”- “yazılı kaynaklar” gerçekte çok çeşitli ve çok zengindir: Asur, Babil, Pers, Grek, Roma, Latin, Bizans, Arap, İran, Avrupa, Çin, Hint, Türk vb. Hiçbir kaynağı sarfınazar etmeden değerlendirmek söz konusudur. Sadece, bu kaynakları bir araya getirmek bile, büyük bir sistem işidir: Yâni, Eskiçağ’dan günümüze uzanan bir kaynak külliyatı söz konusudur. İlk görev, bunun noksansız olarak başarılabilmesidir. Bunlardan ve de arkeolojiden yeterince yararlanmayan bir gerçek bir “tarih yazımı” düşünülemez.
Aşağı yukarı iki-üç asır öncesinden başlayarak Avrupalıların ya da Rusların, Türk Millî Kültür ve Tarihinin kaynaklarını araştırıp dünyaya ve dolayısıyla da bizlere tanıtmaları, bir anlamda ibret verici ve düşündürücüdür: Orta Asya’daki “Türkiyat Araştırmaları” onlarla başlamıştır. 18. yüzyılda Messerschmidt, Strahlenberg, 19. yüzyılda Yadrintsev, Heikel, Radloff, Thomsen ve daha niceleri. İlk “Türkoloji Kürsüsü”, 1795’te Paris’te “Ecole des Languages Orientales Vivantes”da kurulmuştur. Bunu Şarkiyat ve Türkoloji ile ilgili enstitüler takip etmiştir. Mesela, Napoli’de (1723), Moskova’da (1814), Paris’te (1821), Londra’da (1823), Helsinki’de (1883) ve yine Londra’da (1906) vs. ve bu kuruluşların yayınladığı sayısız bilimsel dergi ve eserler. Çok özet bilgiler de olsa, bunları gençlerimize hatırlatmayı kaçınılmaz bir görev addediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takiben, 1924’te Fuat Köprülü’ye verdiği direktiflerle Türk dil, kültür, tarih ve etnografyasının araştırılması amacıyla (1933 Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülen) Darülfünun’un Edebiyat şubesine (Edebiyat Fakültesi) bağlı olarak “Türkiyat Enstitüsü”nü kurdurma onuru da Mustafa Kemal Atatürk’e aittir. Bilindiği gibi, bunu 1931’de Türk Tarih Kurumu ve 1932’de de Türk Dil Kurumu’nun kuruluşları izler. Amaç, Türk, Anadolu ve dünya tarihinin derinlemesine araştırılması; Türk dilinin incelenmesi, özleştirilmesi ve geliştirilmesidir. Günümüzde, tüm dünyayı kucaklayan gerçek bir bilimler birlikteliği söz konusudur. Bizler de bu doğrultuda emek veren, gerçek bilim adamlarına, Türk ve yabancı meslektaşlarımıza en içten teşekkürlerimizi sunmayı zevkli bir görev addediyoruz. Bu satırların yazarı olarak, konuya, her türlü -iç ve dış- politik eğilimlerden ve de “kimlik arama” çabalarından arınmış bu hatırlatmalarla başlamamızın nedenlerini düşünmenizi de dilerim. Meselâ Kimmer ve İskitler’in-hâlâ-“İndo-İranî” kökenli olduklarını savunanları, insafa davet ediyoruz. Çünkü, “Türk Dünyası” bizler tarafından, Türkler tarafından gerçek anlamda, tarafsızca keşfedilmeyi beklemektedir. Atatürk’ümüzü bir kez daha minnetle anıyoruz. Konumuzla bağlantılı olarak, Zeki Velidi Togan, Bahaeddin Ögel ve İbrahim Kafesoğlu gibi çok az sayıdaki hocalarımızın eserlerinden, daima büyük bir hayranlık duyarak yararlandığımızı da öncelikle ve de şükran duygularımızla ifade etmek isteriz: Togan’ın Umumi Türk Tarihi’ne Giriş; Kafesoğlu’nun Türk Millî Kültürü; Ögel’in İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi; Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre ve de Türk Mitolojisi gibi.
Kimmer ve İskit Araştırmalarının Başlaması
Kimmerler meselesi, İskit araştırmaları ile ortaya çıkmış ve buna paralel olarak gelişmiştir. İskitler üzerine yapılan araştırmalar ise bir rastlantıyla başlar. 17. yüzyılın son çeyreğinde, Sibirya’daki kurganlarda gizli kazılar yapan bir defineci çetesi, çok değerli altın eserler ele geçirirler. Durum, Çar I. Petro’ya bildirilir. Eserlere el koyularak bu nadide yapıtlar St. Petersburg’a getirilir. Dönemin koleksiyoncuları ve sanatseverleri, şimdiye kadar bilinmeyen bu değişik tarzdaki eserlere hayran kalırlar ve etkilenirler. Bu olayı takiben, Sibirya’da ve Güney Rusya’da tesadüfen bulunan benzer şekilde buluntular, bu sanata karşı yoğun bir ilginin ve de ilk bilimsel araştırmaların başlamasına neden olur, kurganlar kazılmaya başlanır. Sonuç olarak bu nadide arkeolojik eserlerin, bir zamanlar Avrasya bozkırlarında yaşamış olan atlı-göçebelere ait olduğu anlaşılır.
19. yüzyıldan bu yana -muhtelif aralarla- günümüze kadar ulaşan araştırmalar, satır başları ile bizleri şu sonuçlara götürmüştür: Doğuda Büyük Çin Seddi’nden, kuzeyde Sibirya’dan, güneyde Tanrı Dağları’na, batıda ise Tuna Havzası’na, Macaristan ovalarına kadar uzanan, doğu-batı yönünde yedi bin kilometreyi aşan geniş bozkır kuşağındaki coğrafi alan, genelde İskitler olarak tanımlanan göçebe ulusların yayılma bölgeleridir. M.Ö. 8 ve M.Ö. 7. yüzyıllardan itibaren de kısmen Önasya’yı, hemen hemen de bütün Anadolu’yu içine alan coğrafyayı kapsar.
Kimmerler_Iskitler001
Ukok Kurganın’da bulunan İskit “Buz” Prensesi
Kurgan Kültürleri-Kimmerler ve İskitler
Kimmerler ve İskitler, kökenleri M.Ö. III. bin yılları aşan Kurgan Kültürlerinin -M.Ö. II. ve I. bin yıllardaki- temsilcileridir. Kurganlar, bozkırlardaki göçebe hayat tarzında, belli bir hiyerarşik düzen içinde önem taşıyan kişilerin mezarlarıdır. Bozkır kültürlerinin ayrılmaz parçası olan çadırlarının, ölüler için hazırlanmış benzerleridir. Bu yığma mezar tepeleri, antik batı kaynaklarında ve daha sonraki literatürde Tümülüs olarak adlandırılmaktadır. Bin yıllar içinde -bölgelere göre- bazı farklılıklar gösteren bu tip mezar kültürü, ister Ural-Altay Türk kökenliler olsun, ister Hint-Avrupa kökenliler.
Bozkır göçebelerinin tipik mezarlarıdır. “Kurgan” öz Türkçe olup, “korugan”dan gelmektedir. Ölüleri koruyan özellikleri nedeniyle bu ad verilmiş olmalıdır. En görkemli İskit kurgan grupları, M.Ö. 8. ve M.S. 1. yüzyıllar arasında Kuban, Taman, Kırım, Dinyeper, Don, Kiev, Poltava, Volga, Ural, Altay, Kuzey Moğolistan ve batıda da genellikle Macaristan ve Romanya’da kümelenmişlerdir. Bunlar, bu “mezarlık” alanları, bu atlı-göçebelerin en kutsal alanlarıdır. Tuna Havzası ve Balkanlar üzerinden Trakya’ya ve Anadolu’ya göç eden ve bu topraklarda yerleşen göçebe kökenli toplumlar da, özellikle toprağa bağlanıp, devlet kurabilme aşamasına geldiklerinde, eski geleneklerine bağlı kalarak, ulularını, krallarını, kraliçelerini, soylularını, “tümülüs” adıyla tanımlanan mezarlarına gömmüşlerdir: Anadolu Demir Çağlarındaki Frig, Lidya ve Trak tümülüslerinin tipik örnekleri gibi.
Burada ilginç olan nokta Türklerin, İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra da kurgan geleneklerini devam ettirmiş olmalarıdır. İster Orta Asya’da, ama özellikle de Anadolu’daki Osmanlı öncesi Türk sanatının en zarif mezar anıtları olan Kümbetler, bütünüyle geleneksel çadır mimarlığının -sırlı tuğla ya da taşla- inşa edilmiş eşsiz örnekleridir. Ayrıca Herodotos’ta (IV. 71-73) tüm ayrıntılarıyla anlatılan İskitlerin ölü gömme adetleri ve kurganlarının yanı sıra, önemli kişilerin mumyalama geleneklerinin de devamı dikkat çekicidir. Hanları, hakanları, hatunları ve uluları mumyalama, İskitlerde olduğu gibi, hemen hemen tüm Türk Dünyasında Hunlarda, Göktürklerde süregelmiş özellikle İslamiyet’ten sonra da Anadolu Selçukluları’nda devam etmiştir.
1993’te Güney Sibirya’da, Altaylar’da bulunan Ukok kurganı, mumyalanmış cengâver İskit hatununa aitti. Bu genç soylu İskit kızını hemen hemen tüm dünya tanıdı: Natalya Polosmak tarafından National Geographic, Vol. 186, No. 4, October 1994 sayısında, s. 80-103 arasında, “Siberian Mummy Unearthed” makale başlığı altında, enfes renkli fotoğraflarla yayınlandı. Bunu, Türkiye’de Atlas dergisinin 92. sayısı (Kasım 2000) takip etti. Bu sayıda, bu kona daha ayrıntılı olarak ele alındı. “Altaylar: Anayurt”, başlığı göze çarpıyordu. Türk Dünyası en çarpıcı ve duygusal renklerle tekrar gündemdeydi.
Bozkır Yaşantısı
Uçsuz bucaksız bozkırlardaki yaşantının temelini, hayvancılık ekonomisine yönelik “göçebe hayat tarzı” teşkil eder. Bozkırdaki acımasız tabiat şartları, bozkır insanını uzun bir tarihi süreç içinde devamlı bir mücadeleye yöneltmiştir. Kendilerine özgü örf ve adetler, sanat eserlerinde görülen doğaya yönelik gerçekçiliğin yanı sıra ince bir romantizm, at sırtında, arabalarda geçen hareketli bir yaşamın verdiği sonsuz tecrübe; giyim, kuşam, silah ve teçhizatlar gibi ögeler bu insanların farklı karakter ve yapılarını açık bir şekilde vurgulamakta ve öne çıkarmaktadır. Bozkır insanının asıl geçim kaynağı sahip olduğu hayvan sürülerinden ibarettir. Bazı boyların ise toprağa bağlanarak ziraat yaptıkları bilinmektedir. Bu özellik “Göçebe-Çoban” ekonomisinin “Yerleşik” tipini yansıtmakta ve bu merkezler bir anlamda diğer göçebe boylar için değiş tokuşa dayanan ticaretin aktif merkezlerini diğer bir deyişle de çevrelerinde konaklanan “Kışlakları” simgelemektedir.
Herodotos’un -Güney Rusya’daki alanlarda- “Kralî İskitler” olarak tanımladığı esas yönetici sınıf, soylu İskitler, hiyerarşik olarak egemen oldukları diğer kabile ve boyları da yönetmişlerdir.
Şamanlar
Şamanlar da ulu kişilerdir, hem ruhlar aleminden, gaibden haber verirler, falcılık yaparlar, hem de hekimlik görevini ifâ ederlerdi.
At Kültürü
Yukarıda da değindiğimiz gibi hayvan yetiştirmek göçebe hayatının en önemli uğraşıdır. At, en başta gelen unsurdur, bozkır insanının her şeyidir, onun ayrılmaz bir parçasıdır: Onun üzerinde göç eder, sürülerini yönetir, avlanır, savaşa gider, dini inançlarına uygun olarak nadiren kurban edilir, süslü koşum takımlarıyla donatarak sahibiyle birlikte kurgana gömülür, ayrıca etinden ve sütünden yararlanılırdı. Ural-Altay kökenli göçebelerde, başka bir deyişle Türk dünyasında kısrak sütünden yapılan “Kımız” kültürü de bunun bir parçasıdır. Bu geleneğin Hint-Avrupalı göçebelerde var olup olmadığını bilemiyoruz. Oysa kesin olarak İskitlerle birlikte bu gelenek günümüze kadar hemen hemen bütün Türk dünyasında devam etmiştir.
Bozkır atları, her ne kadar küçük boyda iseler de, çok dayanıklı, süratli, çevik ve vahşi idiler. Strabon bununla ilgili olarak, İskitler’in özel “At Terbiyesi”nden söz etmektedir. Bozkır sanatını resmeden eserler üzerinde de atların yakalanması, gem vurulması, eğerlenmesi ve terbiyesi çokça tasvir edilmiştir. Mesela, ünlü Çertomlyk vazosundaki sahneler de çok gerçekçidir. 
Kimmerler_Iskitler002
Çertomlyk Vazosu
Herodotos’a göre, İskit ileri gelenlerinin en büyük zenginliklerini “yarı vahşi at sürüleri” teşkil etmekteydi. Bozkırlarda, av sporu da at üzerinde yapılırdı: Strabon’a göre “bataklıklarda geyik ve yabani domuzlar, düzlüklerde ise yabani eşekler ve karacalar avlanırdı” at üzerinde “tavşan avı” ise en sevilen sporlardan biriydi. Bu çevik ve hareketli hayvanların avı, bozkır insanının at üzerindeki çevikliğini ve yeteneğini arttırmaktadır. Zengin arkeolojik bulgular İskitler’in ata verdiği önemi ve at sevgisini açıkça gözler önüne sermektedir. Özellikle zengin at koşumları ve teçhizatı dikkat çekicidir, kurganlarda sayısız örnekler bulunmuştur. İskitlerde “mahmuz” yoktur, ancak kamçı kullandıkları bilinmektedir.
Arabalar
Bozkır yaşantısında hayat daima hareketlidir: Erkeklerin günlük görevi at üzerinde sürüleri otlatmak ve avlanmaktır. Bütün kabile ve boylar, yeni ve taze otlaklar bulmak amacıyla, belirli zamanlarda çok uzaklardaki diğer belirli yörelere göç ederlerdi. Bu hareket göçebelerce hiyerarşik bir düzende paylaştırılmış coğrafyanın yönlendirdiği “yazlaklar” ve “kışlaklar” arasındadır.
Yaşlı kadınlar, çocuklar ve ihtiyar erkekler bütün ağırlık ve teçhizatlarla birlikte arabalarda göç ederler, erkekler ise at üzerinde sürüleri yöneterek göç kafilelerine öncülük eder ve yol gösterirlerdi, genç kızlar ve kadınlar da yine at sırtında erkeklerine yardımcı olurlardı.
Arabalar, öküzler/sığırlar tarafından çekilirdi. Arkeolojik bulgulara göre tekerlekler masif ahşaptan veya “altı kollu olarak” işlenir ve üzerine de demir bir çember geçirilirdi. Özellikle bu uzun göçler sırasında 4 ve 6 tekerlekli arabalar revaçtadır. Bunlar aynı zamanda, İskitlerin “seyyar evleri”dir. Arabanın üzerine aynen çadır şeklinde bir ahşap çatkı raptedilmekte, bu çatkının üzerine ise keçe, keten veya kenevirden dokuma kalın kumaşlardan bir örtü ile kaplanmaktadır. Arabanın içinde de halı ve kilimler serilidir. Özellikle Hipokrates İskit arabalarından ayrıntılı bir şekilde bahsetmektedir. Araba, aynen “at” gibi kutsaldır. Bazı kurganlardaki “arabalı gömüler” bunu açıkça yansıtmaktadır. Ayrıca zengin tezyinatlı özel cenaze arabaları, hanlar ve beyler için kullanılmıştır. Pazırık kurganlarında bunların çok çarpıcı örnekleri bulunmuştur. Ölen hanlar ve beyler tüm silahları ve tören giysileri kuşandırılarak egemen olduğu topraklarda tam 40 gün dolaştırılmaktadır. Bu tören sırasında yollara dökülen halk silahları ile ellerini yüzlerini yaralamakta ve bir yas işareti olarak saçlarının ucunu kesmektedirler. Bu özellikle Herodotos’ta ayrıntılarıyla verilen törenler, Hunlarda ve diğer Türk boylarında tarih boyunca devam etmiştir. Bu ulu ölülerin 40 gün dolaştırılma geleneği, İslamiyetten sonra, sadece ve sadece Türkler arasında var olan, Hz. Muhammed için Süleyman Çelebi tarafından kaleme alınan “mevlid”in kırkıncı gün okutulması ile halen yaşatılmaktadır.
Sözü geçen çadırlı arabalar, bozkır kültürünün tipik ögelerinden biridir.
Çadırlar
Çadırlar, yani “yurtlar” ise konaklama alanlarında kurulur, “obalar” teşkil edilirdi. Yerleşik iskan yerlerinde de bu çadır modelleri aynen taklit edilmiştir: Bu evlerin içleri de çadırlarda olduğu gibi kumaş, keçe, kilim ve halılarla kaplanmıştır. Zeki Velidi Togan (19702, s. 34) İskitler’in bozkır yaşantısına değinirken araba ve çadırlar hakkında aynen şunları nakletmektedir: “Bunlar Türk derme evlerinde, yâni keçeden mamûl kubbeli çadırlarda, çoğunlukla bunların tekerleklilerinde yaşamışlardır. Bu nevi derme evleri Türkler’den alarak benimsemiş olan bazı Orta Asya İranîleri’nde bu evlerin aksamına ve şekillerine ait zengin ıstılahın İranca olmayıp, kâmilen Türkçe olması, bu evlerin Türk millî malı olduğunu gösterdiği gibi, Araplar da bunları “Qubba Turkiya” yani “Türk Çadırı” olarak bildirmişlerdir.”
Çadır/Yurt, İskit göçebesi için kutsal bir anlam taşır: “Kutsal ateşin yandığı ocak, aile fertlerini ısıtmakta, bozkırın acımasız soğuk veya sıcağından korumakta ve üzerinde pişen aşla beslenmektedir.” Yukarıda da vurguladığımız üzere kurgan adı verilen mezarların yapısı da, bu bozkır çadırlarının “öbür dünya için” hazırlanmış bir benzerinden başka bir şey değildir.
Kimmerler_Iskitler003
Türk Çadırı
İskit Hayvan Üslûbu
İskitlere “Bozkırların Kuyumcuları” denilmektedir. “Bozkır Hayvan Üslûbu”nun en güzel ve zengin örneklerini yaratan insanlardır. Grek kolonilerindeki sanatkârlara da, kendi zevklerine göre eserler yaptırmışlardır. Kurganlarda bulunmuş olan bu muhteşem eserler, ki çoğu altındandır, bozkır insanının duygularını en yalın, ancak en çarpıcı şekilde dile getirirler Art Treasures of Ancient Kuban; Les Dossiers d’Archéologie: Les Scythes gibi muhteşem sergi katalogları bu sanatın en güzel tanıtıldığı yayınlardır.
“Kutsal” ve “öncü” hayvan olan geyiğin o kadar çok çeşitli tasviri vardır ki, kendilerine özgü bu sanat anlatımlarını bendeniz “Bozkırların Dili/Bozkırların Yazısı” olarak algılamaktayım. Çalışmalarımıza göre, “yazıdan önceki” ve de (ilk Runik alfabe gibi.) yazıdan sonraki geleneksel, anonim anlatımlarıdır. Türk Dünyası’ndaki, çok zengin kilim, çorap, çevre, heybe vs. gibi el sanatlarındaki her motifin bir “adı” ve de bir “anlamı” vardır. Kanaatimize göre bunlar, “resim yazılarının çözümü gibi” yeniden değerlendirilmelidir.
Giyim-Kuşam
İskitlerin giyim-kuşamları da kendilerine özgüdür. Önden açılan bedene oturmuş olan dar kollu gocuklar ve gömlekler baldırlara kadar uzanmaktadır. Bunun altına pantolon giyilmekte, elbise bir deri kemer ile bağlanmaktadır. Kurganlarda bulunan arkeolojik bulgulara göre, zengin İskitler’in elbiseleri altın süsler ile süslenmiştir. Ayaklarına yumuşak deriden çizmeler veya botlar giymektedirler. Başlarına ise, enselerine kadar uzanan, kulaklarını kapayan sivri “başlıklar” giyerlerdi.
Kimmerler_Iskitler004
Silah ve Teçhizatlar
Ok ve Yay: ok ve yay bozkır savaşçısının başlıca silahıdır ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Grekler, İskitler için “atlı okçular” deyimini kullanmışlardır. Ok, aynı zamanda sosyal bakımdan da bir anlam taşır: Herodotos’un bildirdiğine göre kişi başına verilen birer ok ucu, büyük bir bakır kazanda toplanmakta ve bu yöntemle “nüfus sayımı” yapılmaktadır. İskitli çocukların yetiştirilmesinde, ok atma maharetine çok önem verilirdi (Herotodos). Bu silahın kullanılmasında, sağdan veya soldan, ya da at üzerinde “dörtnala giderken geriye dönerek atış yapmak”, farklı pozisyonlarda aynı derecede de sürat ve maharet sahibi olmak gerekliydi. Mesela “uzun menzil” yay çekme yarışmaları ve elde edilen başarılar Grek kolonistleri tarafından da kutlanmış, hatta bunların şerefine anıtlar dikilmiştir.
Ok uçları, 40-70 cm uzunluğunda bir beden üzerinde yer almaktadır. Bunlar, kullanılma yerine göre ahşap veya kamıştandır. Demir ok uçlarına en eski İskit buluntuları arasında rastlanılmaktadır. Esas olarak, sert alaşımlı tunç ok uçları revaçtadır. Boyları -kullanılma cinslerine göre- 2,5-5 cm arasında değişmektedir. “Av” ve “Savaş” tiplerinin çeşitliliği dikkat çekicidir. “Mahmuzlu” tipleri karakteristiktir.
Yaylar ise “Doğu” veya “Asya Tipi” denilen sınıflamaya girmektedir. Bu yay tipi, Orta Asya’nın Atlı ve Göçebe kavimlerinde binlerce yıl kullanılmıştır. Bu tipin en güzel örnekleri daha sonra özellikle Hunlarda mevcuttur. İskit yayı, düz veya içe doğru kıvrık bir “beden” ile buna raptedilmiş iki kısa koldan ibarettir. Ortalama boyu 1 m civarındadır. At üzerinde kullanmaya elverişli olması için kısa yapılmışlardır. Malzeme olarak ahşap, kemik, boynuz, sinir ve tutkal kullanılmıştır, yâni bileşik türdedir, çok parçalıdır. Yayı geren kiriş, sinirden yapılmıştır. Yay germe veya başka bir deyişle “yay kurma” bir beceri işidir. Ünlü Kül-Oba vazosunda bunlarla ilgili çok gerçekçi sahneler resmedilmiştir. Antik Grek yazarlarından bazıları, mesela Strabon ve Plinius, Karadeniz’in kuzey sahillerini de İskit yayının formuna benzetmişlerdir.
Okdanlık: İskitler tarafından kullanılan ve Grekler’in “Goryt”=“Ok-Yay Torbası” olarak adlandırdığı okdanlıkların kendine özgü bir formda yapıldıkları görülür: Ahşap iskelet üzerine deri kaplanmış okdanlığın en büyük özelliği çift gözlü oluşudur. İç gözde yay, dış gözde ise oklar muhafaza edilmektedir. Okdanlığın aldığı ok sayısı 300 ile 400 civarındadır. En güzel örnekleri altın ve elektron kakmalı süslerle tezyîn edilmiştir. Tasvirlerden ve mezarlardaki buluntu durumlarından anlaşıldığı üzere, -aynen kılıç gibi- bel kayışına, sol taraftan kalça üzerine asılmaktadır. At üzerinde ise, yine sol tarafa, eğere asılırdı. Bu tip okdanlıklar, Orta Asya kökenli Türk kavimleri tarafından binlerce yıl süre ile kullanılmıştır.
Kılıçlar: Greklerce “Akinakez” adıyla tanımlanan, takriben 50 cm. boyundaki demir kılıçlar, İskitler’in “millî silahı” olarak kabul edilmekte, Herodot’un verdiği ayrıntılı bilgiye göre de “Savaş Tanrısı”nı sembolize eden “kılıç fetişi” büyük bir saygı görmekte ve “kutsal” addedilmektedir. Kabzaları ve kınları altın kakmalı süslerle tezyin edilmiş zengin örnekler de mevcuttur. Yukarıda değindiğimiz gibi, bel kemerine, sol yanda veya önde asılarak, taşınmaktadır. Ayrıca, ender de olsa, uzun kılıçlar da görülmektedir. Yakın döğüş için çok etkili bir şekilde kullanıldığı bilinmektedir.
Mızrak ve Cirit: Bu iki silah, savaş ve spor teçhizatı olarak önem taşımaktadırlar. Mızrak uçları genellikle 10-15 cm. boyunda olup, demirden yapılmışlardır.
Baltalar: Bozkır insanının en eski savaş aletlerinden biridir. Üzerleri çizgi veya kabartma olarak “bozkır hayvan üslubu”nun tipik motifleri veya geometrik desenlerle süslüdür. Küçük altın baltaların “soyluluk”, “hanlık”, “beylik” sembolü olduğu bilinmektedir.
Kalkanlar: Pek revaçta olan bir koruyucu unsur olarak görülmez. İskit süvarisi, çevikliği ile, at üzerinde kendini korumayı yeğlemiştir. Ancak, yer savaşlarında, yakın döğüşlerde nadiren kullanılmıştır. Antik kaynaklardan kurganlardan edinilen arkeolojik materyale göre, oval ya da kenarları yuvarlatılmış dört köşe şeklinde olup tahta veya örme sazdan yapılmış, üzerlerinede geyik ya da sığır derisi kaplanmıştır. Oval kalkanlar, ünlü Kul-Oba elektron vazosunda görülürler. Solokha tarağında ise tipik bir örme kalkan görülmektedir. Kostromskaya Mogila’da ise demirden yuvarlak bir kalkan bulunmuştur. Orta kısmında “Umbo” şeklinde, altından işlenmiş geyik armaları görülür. Bu armalar “koruyucu”/“apotropeik” bir anlam taşırlar. Geyik, bozkır mitoslarında -aynen “kurt gibi”- “öncü hayvan” olarak görülmekte ve bu tema Hun-Türk devrinde de devam etmektedir.
Zırhlar: Başlangıçta nadir olarak kullanılmıştır. En eski örneklerden biri Ukrayna’daki kurganlardan birinde bir savaşçının üzerinde çok iyi korunmuş olarak bulunmuştur. M.Ö. 5. yüzyıla aittir. Deri başlığın üzeri metal pullarla kaplıdır. Bu, görüldüğü gibi, kulaklıklıdır ve enseyi korumaktadır.
Kimmerler_Iskitler005
Savaş Taktikleri
Antik kaynaklarda, İskitler’in “cengâver” karakterlerini yansıtan, “güçlü ve muharip” bir toplum olduklarına dair birçok ayrıntılı kayıt mevcuttur. Mesela, Thukydides bu konuda İskitlerden, övgü ile söz etmekte ve aynen şunları söylemektedir: “Savaşlardaki cesaretleri ve ordularının sayısı bakımından, İskitler, Traklardan çok üstündürler. Zira bunlarla ne Avrupa’da ve ne de Asya’da, hiçbir millet mukayese edilemez. Bunların tümü, tamamen birleşse bile, İskitlerle baş edemezler.”
Meselâ Aristoteles ise İskitleri, Persler, Traklar ve Keltlerle birlikte -askerî bakımdan- karşılaştırmakta ve bunları “üstün cengaver kavimler” olarak nitelemektedir. Ayrıca bu toplum, -evvelce de değindiğimiz gibi- “atlı okçular” veya “hayalet atlılar” olarak da tanımlanmıştır. Çünkü, at üzerindeki savaşlardaki üstün yetenekleri, atlarının sürati ve çevikliği ve de oklarının hedefine vurma garantisi hasımlarınca, dehşetle izlenmiştir.
İskitlerin savaş taktikleri ile ilgili olarak Herodot’tan Pers kralı Dareios’un M.Ö. 513’teki ünlü İskit seferi hakkında çok ilginç bilgiler edinmekteyiz. Burada, sözü geçen seferin tarihi ayrıntıları üzerinde durmayacağız. Ancak, savaş taktikleri ile bağıntılı olarak şu sonuçlara varmak mümkün olmaktadır:
Bozkır süvari birlikleri, süratli atları nedeniyle, büyük bir hareket kabiliyetine sahiptirler. Uzak bölgelerdeki birliklerin süratle, stratejik noktalarda toplandıkları görülür.
Silahların, özellikle okların vurucu gücü fazladır: daha önce gördüğümüz üzere, silahlar, at üzerinde rahatça kullanılacak şekilde yapılmıştır. Ağır silah ve teçhizatlar taşımazlar.
Savaş düzenlerinde, han ve oğulları ve beyler tarafından yönetilen “yan kanatlar” ve “orta” ana kuvvet birimleri görülür. Düşmana aniden saldırılar ve süratle geri çekilirlerdi. Onların kaçtığını zanneden düşman birlikleri, peşlerine düşer ve geniş bozkırda amansız bir kovalamaca başlardı. Amaç, düşmanı içlere çekerek fazlaca yormak, yıpratmak ve de yardımcı kuvvetlerle irtibatlarını kesmektir. Bu arada, kuyular ve kaynaklar kullanılışsız hale getirilir, tarlalar tahrip edilir, kendilerine ait yiyecek ve hayvan yemleri, diğer ağırlıklarla birlikte arabalar ve sürülerle gerilere alınırdı. Böylece, yabancı topraklarda ilerleyen düşman kuvvetleri açlıkla baş başa bırakılırdı. Bu arada yan yana, hilâl şeklinde açılan yan kollar, yâni kanatlar, çevirme harekâtına girişir ve çembere alınan düşman birlikleri imha edilirdi. Bu kurnazca taktik, âdeta yabani hayvan sürülerinin, özellikle atların sürülerek yoruluncaya kadar koşturulmasına ve de aniden çember içine alınarak yakalanmalarına benzemektedir. Bozkırın bu taktiği şüphesiz ki İskitlerin günlük yaşantısı içinde uyguladığı ve ezbere bildiği bir hareket tarzı idi.
Bu savaş taktiği ve teknikleri de, binlerce yıl devamla, bütün Türk kavimlerince başarı ile uygulanmıştır. Meselâ 1071’deki Malazgirt savaşında, Alp-Arslan’ın savaş düzeni, bunun en güzel örneklerinden biridir.
İskitlerin Pers kralı Dareios’un ordularına uyguladıkları bu taktik, binlerce sene sonra Ruslar tarafından da örnek alınarak Napolyon Bonapart’a uygulanmış, II. Dünya Savaşı’nda da Alman orduları aynı nedenlerle hezimete uğratılmışlardı.
İskitlerin bu arada, küçük vurucu timlerle düşman üzerine yaptıkları devamlı ve yıpratıcı hücumlar, “çete savaşları” şeklinde düzenlenmiştir. Bu ufak, fakat tesirli darbeler, düşmanı psikolojik bakımdan büyük ölçüde etkilemektedir. Hunların, Göktürklerin ve Oğuzların savaş tarihlerinde görülen aynı uygulamalar, bilindiği gibi, bir takım destanlara dönüşmüştür.
Kimmerler_Iskitler006
Kimmerlerin Yayılım Alanları
Kimmerler Proto-Türkler olarak tanımladığımız Ural-Altay kökenli bozkır göçebelerinin batı kolunu oluştururlar. M.Ö. II. bin yıl başlarından M.Ö. 8. yüzyıla kadar -merkez Kırım olmak üzere- Karadeniz’in kuzeyinde, Avrasya bozkırlarında ve Kafkasya bölgesinde yaşamışlardır. Bu tarihler arasında güney Rusya Tunç çağı kültürlerinin “taşıyıcıları” ve “temsilcileri” olarak görülürler. Bu devrenin başlarında “doğudan batıya doğru” Kafkasların kuzeyindeki bozkırlarda Donetz havzasına yayılmaları, özellikle Ukrayna bozkırlarında yaşayan Hint-Avrupa kökenli toplumların hareketlenmelerine neden olur. M.Ö. II. bin yılın başlarında Akhaların Yunanistan’a inmeleri, kuzeydeki Avrupa bozkırlarındaki bu hareketlerin bir uzantısıdır. M.Ö. 13.-8. yüzyıllar arasında da Kafkasya ve Dinyeper havzasındaki bölgelere yayılırlar. Bu dönemde özellikle Volga boylarından gelen “Ahşap Mezar Yapıları” ile tanımlanan Srubna kültürü Pre-İskit/Kimmer organik bağlarının arkeolojik kanıtlarıdır. Çünkü daha sonraki yüzyıllarda da Kimmer ve İskit eserlerinin ayrılmazlığı bilim adamlarınca daima konu edilmiştir. Kimmer boylarının M.Ö. 13. yüzyılda batıya doğru yayılmaları – aynen M.Ö. II. bin yılın başlarında olduğu gibi- Hint-Avrupa kökenli toplumların yeniden hareketlenmelerine neden olur: M.Ö. 1200 dolaylarında Dorlar Yunanistan’a, Trak kökenli diğer toplumlarla birlikte Frigler Anadolu’ya göç ederler: Anadolu’nun “karanlık çağları”, başka bir deyişle de belli bir süre sonra en renkli dönemlerden biri olan “Anadolu Demir Çağı” başlar.
Güney Rusya’daki Kimmerlerle bağıntılı arkeolojik bulguların, M.Ö. II. bin yıl başlarına kadar uzanmasına karşılık, yazılı kaynaklarda adlarının geçmesi ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren başlar: Antik Grek kaynaklarında Kymmerioi/Kymmerios olarak geçer. İlk kez, ünlü ozan Homeros onlardan söz eder. Homeros’a göre Kimmerler, yer altı tanrısı Hades’in “ölüler ülkesi”nin yeraldığı “ıssız dünyanın sis ve karanlıklarla dolu bölgelerinde” yaşıyorlardı. Ünlü coğrafyacı Strabon’un bu konuda yaptığı eleştiri ilginçtir. “Ozan (Homeros), Kimmerlerin Bosporus Kimmerius’un kuzeyindeki kasvetli yerlerde oturduklarını bildiği için, Hades civarına yerleştirmiştir. Belki de İyonyalıların bu kavime karşı olan derin düşmanlıkları yüzünden böyle yapmıştır.”
Herodotos ve Strabon gibi -İskitleri ayrıntılarıyla anlatan- antik çağ yazarları, Kimmerleri güney Rusya’nın ilk sakinleri olarak tanımlamaktadırlar. Antik çağda Kerç Boğazı, “Bosporus Kimmerius (Kimmer Boğazı)” adını taşımakta, Kırım’da Grek kolonileri olarak görülen Kimmerikum, Kimmeris, Kimmerike gibi yerleşmeler ve yer adları bir zamanlar Kimmerlerin bu topraklara egemen olduklarını vurgulamaktadır. Kırım adının da Kimmer’den türediği bilinmektedir. Kimmerleri ve Kırım’ı kapsayan Avrupa Hunları ile ilgili mitoslar tüm ayrıntılarıyla birlikte, Bizans tarihçisi Jordanes tarafından nakledilmektedir.
M.Ö. 8. yüzyılda, takriben M.Ö. 500 civarına kadar olan devre çok hareketlidir: Kimmerler, doğudan gelen İskitlerin istila ve baskısı sonucunda, güneye ve batıya doğru çekilerek göç etmek zorunda kalırlar. Göç edemeyen bazı Kimmer boyları ise, İskit egemenliği altında Kırım ve çevresinde yaşamlarını sürdürürler ve zamanla onların içinde eriyerek tarih sahnesinden çekilirler. Antik kaynakların bildirdiğine göre, Taurlar, Toreteler, Dandariler, Psessler, Thteler ve Maotler, İskit egemenliği altındaki, Kırım ve çevresindeki Kimmer boylarını yansıtmaktadırlar. Kimmer-İskit mücadeleleri, Türk devletlerinin tarihleri boyunca tanık olduğumuz kardeş kavgalarının en eski örneklerinden biridir.
Tarihi bakımdan İskit istilası, maddesel kültürün gelişimi yönünden de yeni bir devrin başlamasına neden olur: Güney Rusya’nın Tunç Çağı sona erer ve Demir Çağı başlar.
Kimmerler_Iskitler007
İskit Göçlerinin Başlaması
İskit Göçleri de Orta Asya’daki, bugünkü Moğolistan ve Türkistan’da meydana gelen ve uzun süren bir kuraklık ve kıtlık devresiyle bağıntılıdır. Otlak sahalarının kuruması, çağdaş Çin kaynaklarına göre doğu bozkırlarında yaşayan Hiung-Nu (Hun) kabilelerinin Çin’in kuzeybatı sınırlarına doğru kaymalarına neden olur. M.Ö. 9. yüzyılın sonu ile M.Ö. 8. yüzyılın başlarına ait Çin kaynakları imparator Suan’ın bunları püskürterek, batıya yönelttiklerini nakletmektedir. Demekki İskitleri, batıya Kimmerler üzerine iten ana neden Hiung-Nuların (Hun) bu hareketleridir. (Yine Çin kaynaklarının naklettikleri “çekirge istilâları”, bozkırlarda zaman zaman büyük kıtlıklara neden olmuş, çekirge sürüleri hayvanların tüylerini, yelelerini, kuyruklarını bile kemirerek yemişlerdir.) Herodotos’un kayıtlarında da İskitlerin göçleriyle ilgili ayrıntılı bilgileri bulmak mümkündür. Kafkas geçitlerini aşan Kimmer göç dalgaları (Doğu Göç Kolu), yeni bir yurt edinmek amacıyla, Doğu Anadoludaki Urartu Devleti’nin kuzey sınırlarından başlayarak, Anadolu topraklarını istila etmeye başlarlar. Kurt Bittel bu konuda aynen şu yorumu yapmaktadır: “Kimmerler’in Anadolu’yu istilası, kuvvetli bir ihtimalle, Orta Asya’dan kaynaklanmış olan büyük bir göç hareketinin yan kolunu teşkil etmektedir. Bu hareket, hiçbir zaman bir soygun seferi şeklinde değil, aksine, bütün bir halkın mal ve mülkleriyle beraber yaptıkları bir göç olarak nitelendirilebilir. Bunu bu bakımdan, M.Ö. 13. yüzyıldaki “Deniz Kavimleri”nin haraketleri ile karşılaştırabiliriz.”
Kimmerler, merkezi Kafkasya’daki Gerusin/Portae Sarmaticae/Daryal Geçidi’ni ve Osset Geçitleri’ni takip ederek Urartu sınırlarına dayanmışlardır. Bu geçitler binlerce yıldan beri, günümüz dahil, ulaşım ve askerî harekat bakımından önem taşıyan yegane “doğal geçit” ve “tarihi yollar”dır.
Kimmerlerin ardından İskitler gelmektedir: Herodotos’un ifade ettiği üzere, Kimmerleri takip eden İskitler -yollarını şaşırarak- Kafkasları doğudan dolaşmışlar, Hazar Denizi kıyılarını takiben Derbent- Demirkapı geçidi üzerinden Azerbaycan ve İran’daki Medya topraklarına ulaşmışlardı. Çağdaş Asur çivi yazılı kaynaklarında da bu olaylar hakkında ayrıntılı bilgiler mevcuttur: Asur casusluk örgütünün başında bulunan veliaht prens Sanherib, babası ünlü Asur kralı II. Sargon’a raporlar göndererek, Kimmerler’in Urartu topraklarına yayıldıklarını ve Urartuların ağır yenilgilere uğradıklarını bildirmektedir. Urartu kralları I. Argisti (yaklaşık olarak M.Ö. 785-760) ve II. Sarduri’ye (Yaklaşık olarak M.Ö. 760-730) ait bazı Urartu yazıtlarından anlaşıldığına göre, Kimmer göç ve istilâsından takriben 50 yıl kadar önce -Çıldır ve Gökçe Göl arasındaki “İş-qi-GU-lu ülkesi”/Leninakan bölgesinde- Kimmerlerle Urartular komşu duruma gelmişlerdi. Özellikle II. Sarduri, Kura Havzasını kapsayan “Guriania ülkesi”nden ve buradaki karışıklıklardan söz etmektedir.
Kimmerler_Iskitler008
Adları
Asurlular Kimmerler’i “Gimirrai”, İskitleri “İskuza/Asquzai” olarak adlandırmıştır. Urartularsa Kimmer ve İskitleri “İşqigulu” adıyla tanımlamaktadırlar. Grek kaynaklarında “Skyt”, Persçe gibi doğu dillerinde ise “Sak”; ya da başka örneklerde olduğu gibi “Saka”, “Caha” gibi adlarla tanınırlar. Bu bilgiler daha sonra Kutsal Kitaplara yansımıştır: Anadolu’ya Kuzeyden gelen diğer toplumlarla birlikte adları geçmektedir ve bunlar Nuh Peygamberin oğlu Yafes’ten türemişlerdir (Ahdi Atik/Tevrat, Genesis 10; Ezekiel 38,6: “Gomer”=Kimmer; “Askenaz”=İskit). Bunlarla ilgili olarak -İslamî ve İran tesirli- Türk mitoslarındaki (=Oğuz-nameler ve Han-name) “Gog-Magog” ve “Ye’cüc-Me’cüc” hakkındaki ilginç yorumları ve bilgileri Zeki Velidi Togan ve Bahaeddin Ögel’in eserlerinde topluca bulmak mümkündür.
Akadca İşquzai adında da -quz-,-quzai- o dönemki “Oğuz” adının arkaik söyleyişinin, çivi yazısındaki şekli olduğu şüphesizdir. Tarihi bir gerçek olarak da şunu vurgulamak istiyoruz: “İskit”/“Saka” adları “Türk” adı ile eşdeğerdedir. İskitler, Eskiçağ’da “politik güç” olarak tarih sahnesinden çekildikleri hâlde, Orta Çağ’da, meselâ Bizans kaynakları, İslâmiyet’i henüz kabul etmemiş olan Türk toplumlarından, Türk boylarından “İskit” adıyla söz etmektedirler. İslâmiyet’i kabul edenler ise kendi adlarıyla anılırlar. Bu ayrım bizce, çok anlamlıdır. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Daha sonra da, meselâ 17. ve 18. yüzyılın ünlü Boğdan voyvodası Dimitri Kantemiroğlu’nun kaleme aldığı Osmanlı Tarihi’nde Kırım Tatarları ile İskitler’in aynılığı hakkındaki yaklaşımları dikkat çekicidir. Ya da Baron de Todt’un Kırım Han’ın ölümü hakkında naklettikleri çok önemlidir.
Sözü edilen dönemin en güçlü devletlerinden olan Asur’un yanı sıra Anadolu’da Urartu, Frig ve Lidya devletleriyle İyonya şehirlerini dehşet içinde bırakan Kimmer akınları özellikle Anadolu’nun siyasi yapılanmasında büyük değişikliklere neden olmuştur. Urartu Devleti, büyük sarsıntılar geçirir: Bir taraftan kuzeyden gelen Kimmer göç ve akınları, diğer taraftan Asur kralı II. Sargon’un (M.Ö. 721­-705) M.Ö. 714’teki ünlü 8. seferinin ağır darbeleri karşısında Urartu kralı I. Rusa (yaklaşık olarak M.Ö. 730-714) başkent Tuşpa’da intihar eder.
Urartu kralı II. Argişti (yak. ol. M.Ö. 714-685) kuzeye yönelerek Kimmer akınlarını önlemeye çalışır, ancak M.Ö. 707’de ağır yenilgiye uğrar. Onu takip eden Urartu kralı II. Rusa (yak. ol. M.Ö. 685-645) ise akıllıca bir politika izler, dalgalar halinde Urartu topraklarında ilerlemekte ve yayılmakta olan Kimmer boyları ile anlaşır, ezeli düşman Asur’a karşı ittifak yaparak bir kısım Kimmer boylarını Urartu topraklarında iskân ettirir ve bunların yerleşmelerini sağlar. Bu arada Asur sınırlarında Kimmerlerle yapılan bir savaşta ünlü kral II. Sargon hayatını kaybetmiştir. Urartu kralı II. Rusa’nın müttefiki olan Kimmerler’in ana göç kolu ise batıya doğru yönelmiş ve Frig devleti egemenliğindeki topraklara doğru ilerlemeye başlamıştır.
Bu olayları takiben M.Ö. 677 civarında, Teuşpa adlı liderlerinin yönetimindeki Kimmer akıncıları -Konya Ereğlisi dolaylarındaki- Hubusna yöresinde yenilgiye uğratılır. Kral Asarhaddon’un (M.Ö. 686­-669) yönetimindeki Asur’un bu başarısı -muhtemelen- Kimmerler’in Toros geçitlerini aşarak Çukurova bölgesine yayılmalarını önlemiştir. Kral Asarhaddon, saltanatı süresince Kimmer tehlikesinin korkusu ve baskısı altında yaşamıştır. Bu ünlü Asur kralının güneş tanrısı Şamaş’a yönelttiği -politik kapsamlı- duaları ve yalvarışları bu duygularını açıkça yansıtmaktadır: Asarhaddon bu cengâver bozkır akıncılarından “cehennemin doğurduğu” diye söz eder, Kimmer lideri Teuşpa’yı da “kuzeyli düşman” “Umman Manda” adıyla tanımlar. Bu arada Kimmerlerin, Asur’un vasali olan -Toroslar ve Çukurova yöresindeki- Hilakku devletiyle anlaşma yaptıkları görülür. Asur kralı, akabinde Hilakku’yu cezalandırmıştı.
Kimmerlerin Hubuşna yöresindeki yenilgiden fazlaca etkilenmedikleri anlaşılmaktadır: Doğu Göç Kolu’na mensup boylar, M.Ö. 7. yüzyılın başlarında Frigya egemenliğindeki topraklara yayılarak, istila etmişlerdir: (Eusebios’a göre M.Ö. 696/695; Julius Africanus’a göre ise M.Ö. 676’da) Frig başkenti ünlü Gordion kuşatılarak ele geçirilmiş, tahrip edilerek yağmalanmış ve efsanevi kral Midas (Asur kaynaklarında: Mita) “boğa kanı içerek intihar etmiştir.”
Gordion’da, Midas’ın gömüldüğü en büyük kralı tümülüste -altın hariç- çok değerli ölü hediyeleri bulunmuştur. İleri sürülen bir görüşe göre Kimmerler, Midas’ın tüm altınlarını yağmalayarak beraberlerinde götürmüşlerdir. Bu nedenle Midas’ın tümülüsünde altın yoktur. En görkemli ve güçlü çağını yaşayan Frig devletinin ani yıkılışı ve Anadolu’daki politik güç ve etkinliğini kaybedişi -istila haline dönüşen- Kimmer göçünün ne çapta olduğunu açıkça yansıtmaktadır.
Anadolu’da Kimmer Bozkır Devleti
Frig devletini yıkan Kimmerler, batı yönde Lidya devletinin sınırlarına dayanmıştır. Yakın geçmişte Frig devletinin egemen olduğu topraklar, özellikle İç Anadolu bozkırları, artık bir anlamda, Kimmer Anadolu Bozkır Devletinin hâkimiyet alanındaki bölgelerdir. Ana göç kolunu oluşturan Kimmer boyları, bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren, kabile ve boy teşkilatına dayanan bir politik güç, Kimmer Anadolu Bozkır Devleti dediğimiz birliği tesis ederler. Bu organize güç yaklaşık bir yüzyıl boyunca Eski Anadolu’nun tarih sahnesinde önemli roller oynamıştır. Bu gücün varlığı, gün geçerek çoğalan arkeolojik bulguların yanında yazılı kaynakların analizinden elde edilen sonuçlar, siyasi antlaşmalar ve de saptayabildiğimiz filolojik yaklaşımlarla birlikte diğer öğeler bunu açıkça kanıtlamaktadır. Julius Lewy ve Kurt Bittel gibi bazı eski kuşak bilim adamları -görüşümüze tam uymamakla birlikte- Orta Anadolu’da örgütlenmiş bir Kimmer devletinin varlığını kabul etmektedirler.
Bu arada bazı boylar, Orta Anadolu’dan kuzeye-Amasya yöresindeki Paplagonia bölgesine yönelerek, kuzeye açılan doğal tarihi yolu takiben Karadeniz sahillerine ulaşırlar. Çok yakın bir geçmişte Amasya’da Gümüşhacıköy’de bir rastlantı sonucunda bulunan bir alçak kurgan, kaçak kazılar sonucunda tahrip edilerek, yağmalanmıştır: İnsan ve at gömüsünü muhafaza eden bu mezarda, ölü hediyesi olarak uzun demir kılıç, tunç balta, gem parçaları ve mahmuzlu tipik ok uçları, geleneksel ölü hediyelerini oluşturmaktadır. Kurtarılabilen eserler Amasya Müzesi’ne getirilmiştir. Gümüşhacıköy’ün daha önceki bir adının da “Kımerî” oluşu çok anlamlı ve dikkat çekicidir.
Antik Kaynaklara göre, Miletos’un Karadeniz sahillerindeki güçlü bir kolonisi olan Sinope (Sinop) tahrip edilir, “Oikist/Kurucu” Abrondas öldürülür ve Yunanlı kolonistler geçici bir süre için yarımadadan sürülürler ve bazı Kimmer boyları bu yörede yerleşir.
Amazonlar Kimdir?
Antik Grek ve Roma/Latin kaynaklarında Sinop’un doğusundaki “Themiskyra” bölgesi, başka bir deyişle de Amisos’un (Samsun) doğusunda uzanan Thermodon/Terme çayı havzası ve dolayları Amazonların yaşadıkları topraklar olarak gösterilir. Aynen Gümüşhacıköy’de olduğu gibi, bir rastlantı sonucunda eski eser kaçakçılarınca bulunan ve yağmalanan iki alçak kurgan ve içindeki çok zengin ölü hediyeleri, antik kaynaklar dışında, bu insanların bu bölgede gerçekten de yaşadıklarını kanıtlayan çok seçkin arkeolojik bulgulardır. Gerçekte -bozkır göçebe kültürünün ve geleneklerinin ve de çok eski bir Türk töresinin gereği olarak- at üzerinde savaşan Kimmer ve İskit kadınları ve kızları, Karadeniz sahillerini iskan eden, Yunanlı kolonistleri bir anlamda dehşet içinde bırakmış ve bunlar -çeşitli yörelerde- birer mitos haline dönüşerek Antik çağ kaynaklarında ve devamında yer almış ve saygı görmüşlerdir. Bilindiği gibi Amazonlarla ilgili sahneler Antik Grek sanatında özel bir yer tutmaktadır. Tarihi gerçek olarak şu sonuç bizce çok önemlidir: İster Eski Anadolu’da ve ister Kafkasya’da ve diğer yörelerde nerede bir Kimmer ya da İskit göçü ya da istilâsı varsa, orada muhakkak bir Amazonlar Efsanesi ve öyküleri çıkar. Bu bir rastlantı değildir.
Kimmerler Karadeniz bölgesinde, doğuda Trapezus’a/Trabzon, batıdaysa Herakleia Pontika’ya (Karadeniz Ereğlisi) kadar yayılırlar: Trabzon yakınındaki Ağırmış Dağ’ın antik çağda Kimmerius Dağı adını taşıması da ilginç bir kanıttır. Antik kaynaklara göre batıdaki Herakleia Pontika/Karadeniz Ereğlisi, “Mariandynoi” kabilesinin topraklarında kurulmuş olan bir Megara kolonisidir. Balkanlar üzerinden gelen “Mariandynoi” kabilesinin, efsanevi şefi olarak sözü edilen “Heros Kimmerios” -aynen Amazon efsanelerinde olduğu gibi- bu temaların en güzel örneklerinden birini daha oluşturmaktadır. Tarihî gerçek olarak bazı Kimmer boyları bu yörede yaşamışlar ve Sinop’ta olduğu gibi Grek kolonistlerle savaşmışlardır. Ayrıca, yukarıda değindiğimiz üzere Batı Karadeniz bölgesinde yaşamış olan Trak kökenli “Mariandynoi” kabilesi, mitolojik bir anlatımla Kimmerlerle bağıntılı gösterilmiştir. Bu mitosla ilgili olarak ünlü “François Vazosu” üzerinde “Mariandynoi” kabilesinin atası “Heros Kimmerios” ok atan tipik bir bozkır savaşçısı şeklinde resmedilmiştir. Bu figürün yanındaki ünlü “Toxamis” de, aynı kıyafet ve techizatla ok atmaktadır. Toxamis adının -en yakın olarak- “Toktamış” adıyla çağrışım yaptırdığını ifade etmek isteriz. Kimmerlerin Karadeniz bölgesinde yayılması bu yöredeki bazı küçük yerleşim gruplarını etkilemiş, bu toplumlar, daha gerilere, dağlık bölgelere çekilmek zorunda kalmışlardır.
Doğu Göç Kolu olarak adlandırdığımız Kimmer ana göç kolunun bu hareketleri böylece süregelirken, doğuda da olaylar hızla gelişmektedir. Urartu topraklarında yaşayan ve onların müttefiki olan Kimmer boyları bir takım politik girişimlerin içinde görülürler. Gerçekte bu olaylar, İran’daki Medler’in Önasya dünyasında yeni bir politik güç olarak ortaya çıkmalarıyla bağlantılıdır. Medler, Asur kralı Asarhaddon’a karşı Kimmer, Mannai ve diğer bazı toplumlarla birlikte güç birliği yaparlar, bu güçler tümüyle Asur’a karşı harekete geçmiştir.
Bu olaylar süregelirken, Önasya dünyası yeni bir istilâya uğrar, yukarıda da değindiğimiz üzere Azerbaycan ve Medya’ya yayılan İskit dalgaları Önasya dünyasını tehdit etmeye başlar; nerdeyse Mısır kapılarına kadar dayanırlar. Önce de vurguladığımız gibi kral Asarhaddon, bu kudretli Asur kralının tanrı Şamaş’a yalvararak veya akıl danışarak her türlü kehanete başvurması ve bu bozkır savaşçıları karşısında duyduğu “batıl korkulardan” kurtulmaya çalışması, gerçek anlamda Kimmer ve İskitlerin Önasya’daki askeri ve politik güçlerini açıkça kanıtlamaktadır. Asarhaddon, hemen tüm saltanatı boyunca, devamlı olarak Kimmer ve İskit akınlarının korkusu altında yaşamıştır.
Urartu kralı II. Rusa’nın-Kimmerlerle olduğu gibi-akıllıca bir politika izleyerek, İskitlerle anlaşma yaptığı görülür. Bu kez İskit akınları doğrudan Asur sınırlarına yönelir. Ancak M.Ö. 674 yılı dolaylarında yapılan bir savaşta Asarhaddon tarafından mağlup edilirler. Oysa Asarhaddon İskitlerin Asur için gerçek bir tehlike olduğunu sezmiştir: Çünkü Asur sınırları sadece İskit akıncıları tarafından tehdit edilmekle kalmamış, bu yeni, tehlikeli ve güçlü düşman, Asur karşıtı bazı toplumları müttefik yaparak, onları Asur’un boyunduruğundan kurtarma çabalarına girişmiştir.
Asarhaddon onları yenilgiye uğratmasına rağmen anlaşma yoluna gitmiş, İskit hakanı Bartatua’nın isteği üzerine kızlarından birini, bir prensesi ona eş olarak vermiştir. İskitlerle -kan bağlarına dayanan- bir anlaşma yapması, Asur devletinin aynı zamanda Urartu’ya ve de Kimmerlerin dolaylı desteği ile kurulan Med devletine karşı bir önlemdir.
Asur çivi yazılı metinlerindeki Akadca yazılım şekli ile Bartatua, Herodotos’un (I, 103) Madyes’in babası olarak tanımladığı -Grekçe yazılımıyla- Protothyas’dır. Madyes, Türk destanlarında “Alp Er Tunga”, İran destanlarında ise “Afrasyab” adlarıyla görülmektedir.
Bu arada Urartu kralı II. Rusa, Doğu Anadolu’da Kimmerlerle birlikte bir askeri sefer düzenler: Asur ve Urartu devletleri arasında uzun süredir çekişme konusu olan Diyarbakır yöresindeki Şupria bölgesinde büyük karışıklıklara neden olur, ancak Asarhaddon’un M.Ö. 673-672 dolaylarındaki “Şupria Seferi” bu konunun Asur devleti lehine sonuçlanmasını sağlar.
Iskit
Kimmer-Lidya İlişkileri
Kimmer bozkır devletinin varlığı, en çok-batı komşuları olan-Lidya’yı huzursuz etmiştir: Friglerin bir zamanlar hakim oldukları topraklara yayılan ve gittikçe güçlenen Kimmer boyları bir süre sonra batı komşuları Lidya devletinin sınırlarına dayanırlar. Bu saldırılar, Lidya devletinin toprak bütünlüğünü zaman zaman tehlikeye düşürmüş ve hatta Frig devleti gibi yıkılmalarına ramak kalmıştı. Lidya’ya yönelen ilk Kimmer akınları Gyges dönemine rastlar. Bu dönemde Lidya kralı Gyges (Asur kaynaklarında Gugu) Kimmer tehlikesine karşı Asur devletiyle yakınlaşma politikası güder ve Asur kralı Asurbanipal’den yardım ister: Asur kralı aynen şunları söylemektedir “Gugu ayaklarıma kapandı”. M.Ö. 660/657 dolaylarındaki ilk Kimmer akınlarına karşı koyabilen Lidya kralı, bu arada esir aldığı, iki Kimmer beyini zincire vurarak Ninive’ye göndermiş ve Asurbanipal’e olan şükran borcunu ödemiştir. Asur çivi yazılı kaynakları kral Gyges’in/kendi deyimleriyle Gugu’nun bu zaferini, Asur yardımına bağlamaktadırlar. Ancak, bu yardımın nasıl olduğu bilinmemektedir. Kimmerler karşısında kendini güçlü hisseden kral Gyges, Asurla olan bağlantılarını keser ve hatta Asurbanipal’e karşı cephe alır. Sonuçta -Lidya kralının bu vefasızlığına ve dönekliğine çok üzülen- Asur kralının tanrılarına yaptığı ünlü “beddua”sı yerini bulur ve Kimmerler ikinci kez Lidya topraklarına saldırırlar: M.Ö. 652 yılında -akropol yâni yukarı şehir dışında- başkent Sardes ele geçirilir, tahrip edilerek yağmalanır ve kral Gyges öldürülür.
Bu olaylar zinciri Anadolu’daki Kimmer siyasi tarihi bakımından büyük bir önem taşır: Yakın geçmişte en parlak dönemlerini yaşayan Urartu kralı I. Rusa, ünlü Asur kralı II. Sargon, Frig kralı ünlü Midas gibi kral Gyges’te aynı kaçınılmaz sonu paylaşmıştır. Tüm bu olaylar -yakın bir süre sonra- İyonya bölgesinde de devam edecek benzerleriyle birlikte analiz edildiğinde bozkır savaşçılarının güçlü bir şekilde organize edildikleri ve de savaş sanatındaki geleneksel üstünlükleri belgelenmektedir.
Kimmer Batı Göç Kolu ve Trako-Kimmerler
Bu sıralarda, Güney Rusya bozkırlarından İskitler tarafından sürülmeye devam edilen Kimmerlerin Batı Göç Kolu Avrupa içlerine kadar yayılır: Orta Avrupadaki bunlarla ilgili arkeolojik malzeme -bazı batılı bilginlerce- Trako-Kimmer buluntuları adı altında tanımlanmaktadır. Akabinde İskitlerin Macaristan ovalarını da istila etmeleriyle, takriben M.Ö. 500 yılı dolaylarında politik güç olarak, tarih sahnesinden silinirler.
Batı göç kolundan ayrılan bazı boylar, güneye yönelirler ve Romanya-Bulgaristan ovalarına yayılırlar. Ancak İskitlerin Tuna bölgesine sarkmaları Kimmerleri yeniden göçe zorlar: M.Ö. 7. yüzyılın ortalarında aynı baskıya maruz kalan -Trak boylarından- Thynler, Bithynler, Trerlerle birlikte boğazları geçerek, Anadolu topraklarına girerler. Bu yeni göç dalgaları güneye İyonya bölgesine yönelmeden önce Çanakkale Boğazı’nın Asya sahillerinde ve hinterlandında dolanırlar. Çanakkale’de Nara Burnu üzerindeki Abydos kenti kuşatılır, ve bazı kentler haraca bağlanır, bu arada da Edremit Körfezindeki Antandros ele geçirilir. Bazı antik kaynaklara göre Kimmerler orada uzun süre yaşamışlardır ve bu nedenle de bu şehir antik çağda uzun bir süre “Kimmeris” adıyla anılmıştır.
Batı Anadolu’ya inmeye başlayan yeni göç dalgası, Lidya’nın bu yörelerde toprak kaybına neden olur. Aynı zamanda da batıdan Lidya üzerinden gelen İyonya’ya yönelen ana Kimmer kuvvetleriyle birleşir: Asur ve Grek kaynaklarına göre, bu sıralarda Kimmer bozkır devletinin başında Dugdamme (Akadca)/Lygdamis (Grekçe) bulunmaktadır.
Gyges’ten sonra Lidya tahtına çıkan Ardys, babasının ölümüne neden olan Kimmer akınlarının dehşetini yaşamıştır. Bu nedenle -babası gibi- Asur’a yakınlaşma politikası güder ve yardım ister (ARAB, II, no. 785): Ancak Asur kralı Asurbanipal’in yardım edip etmediği bilinmemektedir. Çünkü babasının kaypak politikası nedeniyle bozulan Asur-Lidya diplomatik ilişkileri, muhtemelen büyük tavizlere rağmen sonuç vermemiş ve Asur, Lidya aleyhine gelişim gösteren Kimmer akınlarına seyirci kalmıştır. Kısa bir süre önce, takriben M.Ö. 648-646 arasında, Kimmer beyi Dugdamme, Asur kralı Asurbanipal ile bir antlaşma yapmıştır. Kimmer beyinin “yemin ederek” söz verdiği bu antlaşma, kuvvetle muhtemeldir ki, bir “saldırmazlık paktı” niteliğindedir. Başkent Sardes, M.Ö. 645 dolaylarında ikinci kez kuşatılarak -yine akropol hariç- amansızca tahrip edilmiş ve Ardys güç durumda kalmıştır. Ancak kral Ardys’in akropole çekilerek, bu akınlara karşı koyabilmesi takdiri şayandır.
İyonya Bölgesine Kimmer Akınları
Çok geçmeden İyonya kentleri de aynı yazgıyı paylaşırlar. Kallinos gibi ünlü şairler -gençlerin korkaklığını yererek- coşkulu mısralarla İyonya halkını, eli silah tutanları Kimmerlere karşı mücadeleye çağırmışlardır. M.Ö. 644/643 dolaylarında ünlü Ephesos/Efes şehri kuşatılır, güçlü surların gerisine çekilen halk, şehri savunur. Ancak sur dışında kalan, Grek dünyasının kutsal merkezlerinden biri olan, ünlü Artemis Tapınağı yakılarak tahrip edilir. Magnesia ise, hemen bu olayın ardından hücuma uğramış, ele geçirilerek yağmalanmıştır. Priene ve Didyma gibi diğer ünlü merkezler de bu yağmalamadan paylarını almışlardır. British Museum’daki Klazomenai lahdinde, Kimmerlerle İyonyalılar’ın mücadeleleri çok canlı bir şekilde resmedilmiştir. Özellikle bozkır savaşçılarıyla birlikte savaşan köpekler ilginçtir. Kimmer akınları, tarihsel süreç olarak İyonya kentlerinin ekonomik ve kültürel gelişimlerini bir süre geriletmiş, ancak Kimmer tehlikesinin geçiştirilmesinden sonra güçlenmelerine neden olmuştur. Çünkü Kimmerlerin bu bölgedeki akınları geçicidir, büyük ganimetler elde ettikten sonra geri dönmüşlerdir, denize ulaşmanın da onlar için bir önemi yoktur! Oysa Kimmer tehlikesinden sonra İyonya şehirleri, Lidya’nın tehditlerine karşı koyabilecek duruma gelmişler ve de “kolonizasyon hareketleri”ni hızlandırmışlardır.
Sonun Başlangıcı
Kimmerlerin -bilinen- en son ve güçlü akınları Çukurova bölgesi üzerinedir: Hatırlanacağı gibi Kimmer lideri Dugdamme’nin Asur kralı Asurbanipal ile bir saldırmazlık anlaşması yaptığına değinmiştik. Oysa bir süre sonra Gülek Boğazı’nı aşarak M.Ö. 630 dolaylarında Çukurova’ya inen Kimmer güçleri Tarsos/Tarsus ve Anchiale’ye kadar ilerlerler. Ancak Kilikya kralı Syennesis tarafından dağıtılarak mağlup edilirler. Dugdamme’nin ölümü Kimmerler arasında -kan dökmeye varan- kargaşalık yaratır ve bu da kesin mağlubiyetlerine neden olur. Dugdamme’nin yerine oğlu Sandaksatru geçer, yenik düşen Kimmer akıncıları geri dönerler. Orta Anadolu’daki Kimmer egemenliğinin ve gücünün sonu yaklaşmaktadır.
Güçlü Lidya kralı Alyattes bu olaylardan sonra Kimmerleri mağlup ederek, doğuya doğru, Kızılırmak’ın ötesine sürer. Bu sıralarda da Önasya’daki güç dengesi bozulmuş, Kyaxares’in önderliğinde -İskitler’le birleşen- Medler M.Ö. 612’de Asur İmparatorluğu’nu yıkmıştır. Akabinde Urartu Devleti’ni de yıkan bu yeni güç, M.Ö. 591 yılında Kızılırmak’a dayanmıştır. İran’daki Medler’in güçlenmesiyle Herodotos’un “28 yıl” olarak belirttiği Önasya’daki İskit hakimiyeti de sona ermiştir. Gerçekte Urartu Devleti İskit akınlarıyla yıkılmış, son darbe ise Medler tarafından vurulmuştur. Meselâ, ünlü Urartu kalesi Sardurihinili/Çavuştepedeki yoğun tahrip tabakaları içinde ele geçirilen çok çeşitli İskit buluntuları, at koşumları veya hayvan üslubuyla bezeli kemik at koşum parçaları ve sayısız mahmuzlu ok uçları gibi çok değerli arkeolojik bulgular bu tahribatın kimler tarafından yapıldığını açıkça kanıtlamaktadır.
Bilindiği gibi Lidya devleti ile Medler arasındaki savaş beş sene sürer (M.Ö. 590-585). Ünlü bilgin Thales’in önceden bildirdiği gibi güneş tutulması olur, savaşan güçler bunu “tanrıların gazabı ve uyarısı” olarak yorumlayarak çarpışmalara son verirler: M.Ö. 585’te yapılan antlaşmayla Kızılırmak Lidya ve Medler arasında sınır kabul edilir, Anadolu bu iki devlet arasında bir anlamda paylaşılmıştır. Bu süre zarfında da bu iki güç arasında kalan Kimmer boyları da Anadolu’daki etkinliklerini de yitirerek tarih sahnesinden çekilirler.
Ayrıca, Elazığ-Norşun Tepe’deki -kurban edilen- at gömülerinin yanında bulunan kartal başlı gem; Gordion’da at gömüleri ve at-koşum süslerinin yanı sıra, “tavşanı kaçıran kartal” motifli kemik plâket; Sardes’te, Ephesos’ta Boğazköy’de bulunan “bozkır hayvan üslûbu”nun ilginç örnekleri gibi nice benzer eserler, özellikle Kimmer ve İskit tahrip tabakalarının içindeki buluntuların birkaçıdır.
Sonsöz
Kimmer ve İskitler’in “Türk” kökenli olduklarına dair birkaç önemli hususu da belirtmek arzusundayız:
M.Ö. 750-550 arasındaki “Grek Kolonizasyonu”nun büyük bir yayılımını oluşturan Karadeniz’deki hareketlerinden çok önce, Akhalı denizciler Güney-Doğu Karadeniz sahilindeki Batum civarına, Kolkhis bölgesine ulaşmışlardı. Kafkasya’daki “Altın Post”u ele geçirmek için düzenlenen ünlü macera, Argonautlar’ın “Argo” gemisiyle yaptıkları müthiş serüven, “Tek gözlü devlerle mücadeleleri, Kyklop Polyphemos’un gözünün kör edilişi vs.”, bizim “Tepegöz Efsanesi” olarak bildiğimiz öykünün aynısıdır. Veya Lidya tarihi araştırılırken, Kırgızlar’ın ünlü “Manas Destanı” karşımıza çıkar.
X. Millî Türkoloji Kongresi (25-27 Eylül-İstanbul 1998) ve VII. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (8­12 Kasım 1999) toplantılarında, büyük bir onur duyarak açılış bildirisi olarak sunduğumuz “Herodotos’ta Oğuz Kağan Destanı” başlıklı bildirimiz, seçkin bilim adamları olan, Türk dünyasının ve ilgili yabancı meslektaşlarımızın üzerinde büyük bir etki yaratmış ve takdir toplamıştır. Ayrıntıları ile yayına hazırladığımız bu çalışmamızın -yukarıda değindiğimiz toplantılarda sunduğumuz- “eşleştirme” çizelgemizi, dikkatinize sunuyoruz.
Prof. Dr. M. Taner TARHAN
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 1 Sayfa: 597-610

 “Sakalar, Asur kitabelerinde ismi “Gog” diye yazılan liderlerinin öncülüğünde M.Ö.665 yılında Kımmerleri sürerek, Kuzey Azarbaycan’a geçmişlerdi. Gence ilinin batısında “Gogaren” denen yere ve Gence’in doğusunda  “Sakasen” denen yere yerleşmişlerdi” diyor. (Heredot, 1973, 46)

Eskiden Yunan yazılan sonrada (V.yüzyılda yerli Kartuli /Gürcü diline çevrilen) adlı en eski destani tarihe göre , Kimmerlerin gelişi, Hazarların seferi (çünkü, Kımır/Kumar da denilen Kimmerler, Bizans belgelerind Khazarların ataları olarak gösterilir), Sakaların hakim oluşu da , Türklerin İranlılardan bu ülkeyi kurtarıp, yerleşerek orduyu oluşturma ve hudutları korumaları diye anlatılıyor.

Onlardan sonra (MÖ.587'de) II.Babil Kralının Kudüs'ü alıp yıkarken sürgün ettiği Yahudilerden bir kolun yolda kaçarak sığıntı olarak gelip Tiflis kuzeyine iskan edildiği; Makedonyalı İskender, ordusuyla geldiği sırada ; Çoruk ile Kür ırmakaları ve kolları üzerindeki kaleleri, Bun-Türk (otokton/yerleşik Türk) ve Kıpçak denilen yaman savaşçıların erlikle korudukları, yine bu Gürcistan tarihinde anlatılıyor. Yine bu kaynak, Türklerin Sarkınet (Sarı-kın-et=Sarıklar yurdu) adlı müstahkem kaleli şehirlerinin, İskender'e on iki ay karşı koyup savaştığını anlatıyor.

Bu destani Gürcü kaynağı haberinin doğruluğunu benimseyen Hocamız A.Zeki Velidi Togan, Romalı Plinius'un (MS.23-79 arasında yaşamış) verdiği şu sağlam bilgileri delil olarak göstermektedir.

A) (Dağıstan güneyinde, şimdiki Demirkapı-Derbent kapısı için) "Buna, Kumanya kapısı diyorlar".

B) Kafkas dağlarına yakın bir yerde, birlikte yaşayan Kamaklar ve Oranlardan bahseder. Bu üç urug adı, bilindiği gibi Kıpçakların ikinci (Kuman) ve büyük kollarının adlarıdır. Biz de bunlara şu delilleri ekleyelim :

Aynı Plinius (Tabii Tarih) Hopa'nın batı yanında akan Absar (Oğuz boyu Avşar) Çayı'ndan bahseder. MS.131'de Appanos'a apsar deniyor ve Rize'nin dört mil doğusundaki büyük çayın Askur adı ile , Ahıska yakınındaki ünlü kale Askur'et (Askur yurdu) ve bugünkü azgur ile Bitlis'teki Azgur, Kaşgarlı Mahmut'ta Yazgır denilen Oğuz boyunun değişik söylenen (y protezi almış biçimi) Ptolemus (MS.150'de yazılan) Coğrafya'da Kalarzen denilen yer, 330 agathangelos'ta Kalarç ve Gürcü kaynaklarında K(a)larç-et (Kalarç yurdu) olarak geçen ve Ardanuç, Artvin, Şavşat ve Borkça kesimini içine alan bölgenin adıdır.

Buradan Karadeniz'e esen sert ve kuru yele öteden beri denilen Kalaç/Kalaş da buraya nispetle adlanmış olup, hepsi Kaşgarlı Mahmut'un 24 Oğuz Boyunun ikiz boyu olarak andığı Kalaç (Khalaç) uruğunun (arslan/aslan, kurşak/kuşak, varşak/vaşak adlarındaki gibi) eski biçimiyle anılışını gösterir.

Amasyalı Strabon'da Yukarı Kür ve Çoruk boyları, Sakaların hakim bir uruğunun adı ile Gogar'en (Gogar yurdu) diye anılır. Gürcü kaynağında ise buralar Gugaret ve ermenice kroniklerde Gugar'k (Gugarlar) diye kavmi adla anılan bir eyalet gösterilir. Sonraki Çıldır Atabekleri ülkesi ile buranın doğusundaki Borçalı ve Khıram çayları bölgesini de içine alan bu Gogaren/Gugareet Eyaleti, küçük Arşaklılar çağında (52-428) Kuzey Uçbeyliği/Bideaşkhlığı sayılıyor ve dokuz snacağı içine alıyordu.

Bunlardan, tirel (Tiryalet), Şor, Çor, Taşır, Kangar (sonraki Kenger) , Çavak (Çin -Çavatların adı bundan geliyor) ve Kalarç gibi yedisinin adı birer Türk urug ve boyundan kalmadır.

Bu eyaletin ocaklı il beyleri ise, Çenasdan (Türkistan)'dan gelme Orbelyanlar hanedanı idi. Gugaret/Gugark Bideaşkhı olan ve MS.200 yılında Yunanca yazılı bir tasviri ele geçen Asparuk, 479 yılında Tuna-Bulgar Türk devletini kuracak olan hükümdarın adaşı idi. Sakalar ile gelen Çor/Çol (sonraki İslam Arap kaynaklarında ç yerine s yazılamasıyla Sol) uruğunun bir kolu Dağıstan Derbendi'ne Çor Kapısı ve kalabalık bir kolu da Gugaret'in batısından geçen ırmağa Çoruk (Çorlar) adını verdirmişti. Selçuklu fetihlerinden önce 1046'da Gence'de yazılan Farsça Kaabusnamed'de Kür solunda ve Alazan batısındaki koca bölge halkı Kıpçakların Sıkhnakh boyunun adıyla Sıkhnakhlı diye anılıyordu.

MS.Kafkaslar kuzeyinden gelip yerleşen Borçalı ve Kazak adlı ikiz boya mensup Karakalpaklar ile Khazar Kağanlığı ve Sabirlerin yerleşmelerini ; Kars güneyindeki Aras boyuna Kalıs- Van (sonra Kağızman) adını verdirten ve adaşı Galiçya'da yaşayan Türk uruğu ile, Çoruk solundaki yaylaklarda hala hatırası Balkar/Barkal diye yaşayan Dağıstan'dan gelme Bulgar kolundan Balkarlar ile Karsakların (Çıldır gölü kuzeyinde göl ve kasaba ile bizzat Kars'ın adı) MÖ.II.yüzyılda gelen bu boylardan kalmıştır.

Daha öteki Türklerin Kür ve Çoruk boylarınaki canlı hatıralarına bu kadarcıkla dokunarak yetinelim. Birde VI.yüzyılda bir On-Ogur kolunun, Faş/riyon boylarına yerleşerek Kutayıs bölgesine Onogur adını verdirmiş olduklarını unutmayalım.

Prof.Dr.M.Fahrettin KIRZIOĞLU
Ye’cûc-Me’cûc

Zülkarneyn kıssasında Ye’cûc ve Me’cûc diye anılan kavim veya ka- vimlerin kimler olduğu hususunda da müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüş, ayrıca ye’cûc ve me’cûc kelimelerinin kökeni ve ne manaya geldiği hakkında da âlimler farklı ihtimallerden söz etmişlerdir. Râgıb el-İsfahânî (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ile İbn Manzûr’a (ö. 711/1311) göre bu iki kelime Arapçadır.51 Zemahşerî (ö. 538/1144), Cevâlikî (ö. 540/1145), Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimlere göre ise bu iki kelime Arapçaya başka dillerden geçmiştir.52 Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateşin alev alması; suyun tuzlu ve acı olmak, düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “akkor hâline gelmiş ateş,” manasına ge- len “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” manalarında mecazen kullanıldığını belirtmişlerdir.53

Ye’cûc ve Me’ cûc’ün Arapçaya başka dillerden girdiğini kabul edenler ise söz konusu dillerin Âramca, İbranca, Yunanca veya Türkçe olabileceğinden söz etmişlerdir. Bu iki kelimenin İbranca asıllı olduğunu söyleyenler Yahudi kutsal metinlerinde geçen Gog ve Magog’a atıfta bu- lunmuşlardır. Eski Ahid’e göre Magog Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğun- dan biri veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı, Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır.54 Ayrıca Eski Ahit’te Gog Yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldü- ren saldırgan ve barbar bir topluluk olarak nitelendirilmiştir.55

Mûsâ Cârullah (ö. 1949) Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzer- likten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabilece- ğini söylemiştir;56 fakat bu görüş sağlam bir şekilde temellendirilmesi pek mümkün görünmeyen bir iddiadan ibarettir. Ebü’l-Kelâm Âzâd’a göre ise milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”- tan gelir ki bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır.57

Ye’cûc ve Me’cûc hadis kitaplarının “enbiya”, “eşrâtu’s-sâa”, “fiten”, “melâhim” ve “kıyamet” gibi bölümlerimde nakledilen rivayetlerde de zik- redilir. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Arapların hâline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir.58
Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra te-
pelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yı- kacakları, Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi ortadan kaldırdıklarını zannettikleri bir sırada Allah’ın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurt- çuğu göndererek onları helâk edeceği belirtilmiştir.59 Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mirac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, İsa’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla deniz- lere sürükleneceği bilgisine yer verilmiştir.60

Tefsir literatüründeki rivayet ağırlıklı izahlara bakıldığında Ye’cûc

ve Mecûc’ün Eski Ahit’te Gog ve Magog diye söz edilen barbar kavimle/ kavimlerle benzeştiğine tanık olunur. Zira gerek tefsirlerde gerek Eski Ahit’te söz konusu kavimlerin nesep olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in so- yundan geldikleri, barbar ve saldırgan oldukları belirtilmiş, ayrıca günah- kâr Yahudilerin ilâhî bir ikab olarak bu barbar kavimler eliyle cezalandı- rılacağından söz edilmiştir. Yine bu kavimlerin anayurdu kadim dünyanın kuzeyi ve/veya kuzeydoğusu olarak gösterilmiştir.

Benzer şekilde Hıristiyan gelenekteki fiten edebiyatında da Ye’cûc ve Me’cûc, Armageddon diye anılan kıyamet savaşı, Deccal ve Bin yıllık Tanrı krallığı gibi kavramlarla birlikte ele alınmıştır.61 Son dönemde Evan- gelik Hıristiyanlar arasında ise Yecûc ve Mecûc’ün Ruslar olduğu yönünde apokaliptik görüşler savunulmuştur.62 Buna mukabil Torah’ın çağdaş tef- sirlerinde Gog-Magog, Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırı- mına zımnî atıfla, kutsal toprakların kuzeyinde yaşayan Cermen kökenli bir ulus veya Almanlar olarak te’vil edilmiştir.63

İslâmî kaynaklarda ve bilhassa tefsirlerde Yecûc ve Mecûc’ün Türk- ler olduğundan da söz edilmiştir. Süddî, Dahhâk ve Katâde gibi tâbiûn mü- fessirlerinden nakledilen bu görüşlerin yanı sıra Ye’cûc ve Me’cûc’ün on veya yirmi küsur kabile olduğu veya Tâvil, Tâyis, Mensik olmak üzere üç tür Yecûc-Me’cûc bulunduğu ileri sürülmüştür.64 Diğer taraftan, bir kısmı hadis olarak nakledilen çeşitli rivayetlerde çok büyük kulakları bulunan, yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri ve azı dişleri olan, bütün vücutları kıllarla kaplı garip varlıklar şeklinde tasvir edilen Ye’cûc ve Me’cûc’ün kendi ölü- lerini yiyecek kadar vahşi oldukları, güvercinler gibi ses çıkarıp kurtlar gibi uludukları, hayvanlar gibi çiftleştikleri ve bütün suları içip tükettik- leri de belirtilmiş,65 ancak bu tür bilgileri muhtevi rivayetler İbn Kesîr (ö.
774/1373) ve Ebû Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/1344) gibi müfessirlerce
asılsız olarak değerlendirilmiştir.66

Ye’cûc ve Me’cûc erken dönem tefsir rivayetlerinde daha çok Türk- lere hamledilirken son dönemde genel olarak Ön Asya ve Orta Asya kö- kenli barbar kavimlerle ilişkilendirilmiş, bu bağlamda birçok müfessir Ye’cûc ve Me’cûc’ün Moğollar, Tatarlar ve İskitler olma ihtimali üzerinde durmuşlardır.67 Bu konuda kesin bir tayinde bulunmak mümkün değilse de Ye’cûc ve Me’cûc’ün kadim zamanlarda Asya steplerinden güneye akın eden savaşçı ve barbar kavimlere işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kehf 18/93. ayette Zülkarneyn’in iki seddin/dağın ötesinde karşılaştığı bildirilen kavmin “lâ yekâdûne yefkahûne kavlen” (Neredeyse hiçbir söz anlamazlar) diye nitelendirilmesi de söz konusu kavimlerin barbarlığına işaret sayılabilir. Gerçi ayetteki bu ifade klasik tefsirlerin hemen hepsinde, “yabancı bir dili konuşmaktan kaynaklanan söz anlamazlık” şeklinde izah edilmiştir; ancak daha doğru izah, Nisâ suresi 4/78. ayetteki “lâ yekâdûne yefkahûne hadîsen” (Neredeyse hiç laf anlamıyorlar) ifadesine benzer şe- kilde, şerle iştigallerinden dolayı hayır adına hiçbir şey anlamazlık yahut bedevilik ve barbarlıkları sebebiyle laftan, sözden anlamazlık şeklinde ol- malıdır. Nitekim bazı tefsirlerde buna paralel izahlar da bulunmaktadır.68

Ye’cûc ve Me’cûc’ün Türklerle özdeşleştirilmesi son dönemde ten- kit edilmiş ve asırlar boyu İslam’ın sancaktarlığını yapan Türk milletine böyle bir yakıştırmanın son derece yanlış olduğu belirtilmiştir.69 Bunun yanında, güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler ara- sında bir bağlantı kurulmadığı, dahası bunun Ehl-i kitap’tan veya Türk- ler’e düşman olan topluluklara dayalı bir yakıştırma olduğundan da söz edilmiştir.70

Anlaşıldığı kadarıyla bu tür tenkitlerin arka planında Zülkarneyn kıssasında geçen Ye’cûc ve Me’cûc’ün Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde kıyamete atıfla zikredilen Ye’cûc ve Me’cûc’le aynı olduğu düşüncesi yat-

maktadır. İki farklı suredeki Ye’cûc ve Me’cûc’ün kıyamet alametlerinden biri olarak ortaya çıkacak ve dünyayı fesada boğacak kavim veya kavimler olduğu düşünülünce, bu kavimlerin müslüman Türklerle özdeşleştirilme- sine karşı çıkılmıştır. Hâlbuki Zülkarneyn kıssasındaki Ye’cûc ve Me’cûc uzak geçmişteki bir tarihî hadiseyle ilgilidir ve bu hadisenin İslamiyet’in zuhurundan önceki zamanlarda vuku bulduğu şüphesizdir.

Bu açıdan bakıldığında, Ye’cûc ve Me’cûc’ün İslamiyet öncesi dö- nemlerde savaşçı ve saldırgan bir kavim olarak Türklere hamledilmiş ol- ması anlaşılabilir bir şeydir. Enbiyâ suresi 21/95-97. ayetlerde zikredilen Ye’cûc ve Mecûc ise geçmişle değil gelecekle ilgilidir. Şu halde, Kur’an’da biri uzak geçmişte muhtemelen İskitler, Moğollar, Tatarlar gibi Orta Asya kavimlerine işaret eden, diğeri kıyamet öncesinde ortaya çıkacak olan iki farklı Ye’cûc ve Me’cûc’ten söz edilmektedir. Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc’ün özel bir isimden ziyade bir vasfa işaret ettiği ve geçmişte olduğu gibi gele- cekte de aynı vasfı taşıyan kavimlerin zuhur edeceğini söylemek isabetli olsa gerektir.71

Bu takdirde, Kehf suresi 18/98. ayette Zülkarneyn’in dilinden ak- tarılan, “Rabbimin vaadi gelip çattığında bu seddi darmadağın eder” me- alindeki ifadeyi, tefsirlerdeki hâkim görüşün aksine söz konusu seddin kıyamete kadar yıkılmayacağına hamletmek yerine hem düşman sal- dırılarına karşı son derece mukavemetli olduğuna, hem de ilâhî güç ve kudretin karşısında hiçbir gücün duramayacağına dair bir tembih olarak anlamak gerekir72 Zira dünya üzerindeki her şey gibi bu seddin de doğal ömrünü doldurduğunda yıkılıp yok olması mukadderdir. Bütün bu mü- lahazalara binaen Ye’cûc ve Me’cûc’un hâlen Zülkarneyn seddinin arka- sında mahpus oldukları ve onu aşmaya çalıştıkları tarzındaki geleneksel anlayış ve inanışın Kaf Dağı ve Zümrüd-ü Anka efsanesinden pek farklı olmadığı söylenebilir.

KAYNAKÇA

Adam, Baki, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, (İstanbul: 2001).

Allegro, John Marco, The People of the Dead Sea Scrolls, (New York: 1958).

71 Çelebi, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s. 119.
72 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vîl, VII. 79.

Mustafa Öztürk

1995).
Âlûsî, Ebü›s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî, (Beyrut: 2005). Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyin b. Mes’ûd, Me’âlimü’t-Tenzîl, (Beyrut:

Bıyık, Mustafa, “Hıristiyan Teolojisinde Deccal ve Yecüc-Mecüc Kavramla-

rı Üzerine Bir Değerlendirme”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 11 (2007/1).

Bîrûnî, Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed, el-Âsâru’l-Bâkiye, nşr. C. E. Sa-
chau, (Leipzig: 1923).

Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, (İstanbul:

1981).

Cerrahoğlu, İsmail, “Ye’cüc-Me’cüc ve Türkler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, cilt: XX (1975).
Cevâlikî, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Muarreb, (Dımeşk: 1990). Chaney, Robert, Antik Çağdan Günümüze Kadar Essenîler ve Sırları, çev.
Duygun Aras, (İstanbul: 1996).

Çelebi, İlyas, “Hızır”, DİA, (İstanbul: 1998).

----------, Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, (İstanbul: 2000). Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, (Kahire: 2008). Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (İstanbul: 1947).
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-Muhît, (Beyrut:

2005).

Ebü’l-Kelâm Âzâd, “Şahsiyyetü Zilkarneyn el-Mezkûr fi’l-Kur’ân”, Sekâfe-

tü’l-Hind, Yeni Delhi (1950), cilt: 1, sayı: 1-2-3.

----------, Ashab-ı Kehf; Zülkarneyn, (Lahor: 1958).
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, (İstanbul: 2009). Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luğa, (Beyrut: 2001). Fahreddîn er-Râzî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsîru’l-Kebîr
(Mefâtîhu’l-Ğayb), (Beyrut: 2004).

Farsi, Moşe, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, (İstanbul:

2002).

2007).

Farrokh, Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, (Oxford:

#GogMagog