27 Kasım 2015 Cuma

Türk Kültüründe Yada Taşı

   Türk kültür tarihine baktığımızda, Yada Taşı diye bilinen taş vasıtası ile, bir nevi sihir yoluyla kar ve yağmur yağdırıldığının pek çok örneklerine rastlamaktayız. Bu hususta Çin kaynaklarında olduğu gibi İslam kaynaklarında (Arap, Fars ve Osmanlı'da) bilgi vardır. Arapça İslam kaynaklarında "hacerü'l metar", Farsça kaynaklarda "seng-i metar" (yağmur taşı), "seng-i ceda" (ceda taşı) diye geçen taşa, muhtelif Türk lehçelerinden Yakutça'da sata, Altaycada cata, Kıpçak grubu lehçelerinde cay adı verilir.[1]

            Yağmur taşını, yat diye isimlendiren Kaşgarlı Mahmud, “Bir türlü kamlık(kahinliktir). Belli başlı taşlarla (yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgar estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi; bu suretle kar yağdırılırdı ve Ulu Tanrı'nın izniyle yangın söndürüldü” [2] demektedir. Kırgız Sözlüğü'nde de, “caytaş: Güya koyun işkembesinde bulunan ve yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş” denilmektedir.[3]
Tarama Sözlüğü, ”yada taşı, eskiden usulüne göre kullanılınca yağmur yağdırdığına inanılan bir taş, yağmur taşı” derken, bir İngilizce sözlükte, ”yede, Cebrail tarafından Nuh Peygamber'e verildiği bilinen bir taştır. Yağmurun yağışına ve yağan yağmurun kontrolüne vesile olur” denilmektedir.
Yada taşı ile ilgili Çin kaynaklarından naklettiğine göre, Göktürkler‘in kurttan türeyişi ile ilgili efsanelerden birinde, Göktürkler'in atalarının kabile reisinin on yedi kardeşinin olduğu ve kurttan doğmuş olduğu ve diğerlerinden farklı olduğu belirtilmektedir. Tabiat üstü bir kudrete ve özelliklere sahip olan kardeşin yağmur yağması, rüzgârın esmesi hususunda emirler verebildiği belirtilir.[4] Bu da onların ataları Hunlar dan geliyordu. Zira Hunlar düşmanlarına karşı yağmur dolu ve kar yağdırarak veya fırtına ve rüzgar çıkararak onları mağlup ediyor ve bunu yapabilen kahinlere sahip bulunabiliyorlardı. Onların V.asırda kuvvetlenen Cücen (Juan-juan) lerin bir istilasına karşı kendilerini bu sayede korudukları kaydedilmiştir.[5]
Altay-Türk masallarından olan Kara-atlı Masalı‘nın kahramanlarından Kara-atlı Han'ın oğlunun üstün kuvvet ve cesareti yanında, attığı nara ile dokuz karış kar yağdırdığı, her yandan rüzgar çıktığı zikredilir.[6]
Alplerin silahları arasında yada taşı vardır, isterlerse havayı istedikleri gibi değiştirebilirlerdi. Manas Destanı ‘na göre Alp Almanbet çok usta bir yadacı idi. Bozkır destanlarında yada geleneği çok önemli yer tutar. Evliya Çelebi (1611-1682), Kafkasya yollarında seyahat ederken (1641), bir yerli büyücünün galip efsunlarla bulutları gökte toplayıp sağnak boşandırdığını bir ara anlatmıştır. Şerefeddin Yaltkaya, İslam öncesi cahiliyet devri Arapları arasında da istediği zaman yağmur yağdırabilen kimseler bulunduğunu, bunlardan birinin de meşhur Arap şairi Mütenebbi olduğunu kaydetmekte; İslam kaynakların da da yağmur yağdırma ile ilgili deliller hatta yağmur yağdırma namazı (salatü'l-istiska) diye bir namaz olduğunu, fıkıh kitaplarında bununla ilgili bahisler olduğunu bildirmektedir. Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmadan bahseden Yaltkaya, Kuran-ı Kerim den Nuh Suresi'nin 10-11. ayetlerini yağmur yağdırabileceğine delil olarak göstermektedir.[7] Bu ayet şöyledir:
«Dedim ki : Rabbimizden bağışlanma dileyin; çünkü O bağışlayandır. Gökten üzerimize yağmur gönderir.»
Gökalp'in değerlendirmesine göre, İslamiyet öncesi devre ait Türk destanlarından olan Böğü Tekin efsanesi, bu taşın gökten inen altın ışıktan meydana geldiğini gösteriyor. Bu efsaneye göre, olan Kutlu Dağ'ı vücuda getirmiştir. Kutlu Dağ, yeşim taşından bir kayadır ki, Türkler in elinde bulundukça Türk hakanlığı dünyaya hakim kalmış, Yulun Tekin zamanında Çinliler, bu gafil hükümdarı aldatarak Türklerin bu kıymetli tılsımını elinden almışlarıdır. Bunun akabinde Türkler'in büyük göçü meydana gelerek Türkler her tarafa dağılmış ve bu sırada Uygurlar da Beşbalık ülkesine kadar gitmişlerdir. Bu rivayet yada taşının eski Türk hayatındaki ehemmiyetini gösteriyor.[8]
Kırgız-Kazaklar ın Er Gökçe destanı na göre, Altın Ordu'nun meşhur kahramanı Er Kosay, çölde susuzluktan sıkıntıya düşen ordusunu bu sıkıntıdan kurtarmak için, cay taşını atının ciğerinden çekip çıkarmıştır. Kırgızlara göre cada (cay) taşı koyun karnında bulunur. Bu taşla yazın kar yağdırmak mümkündür.[9]

Yada Taşının Menşei

Yada taşının menşei hakkında çoğu efsanevi nitelikte olan muhtelif rivayetler vardır. Bu rivayetler ışığında söylenebilecek şey, Seroşevski nin ifadesini tekrarlamaktan ibaret olsa gerekir: ”Türkler nazarında mukaddes tanınan herhangi bir taşın, yada mahiyetine alınabileceği anlaşılmaktadır.” [10]
Yada taşının rengi ve şekli konusunda başka rivayetlerde bulunur. Yakutlarca bilinen ve sata denilen yağmur taşının, çok küçük bir insan başı şeklinde olduğudur. Canlı olduğu iddia edilen sata nın evde tutulamayacağı, hangi hayvandan meydana gelmişse onun yapağası içine sarılarak, bir delik içinde dikkatle gizlemek gerektiği, sata nın öldükten sonra artık başka taşlardan hiçbir farkının kalmayacağı ilave edilmektedir.[11] Sata taşı canlı bir insan kafasına benzer. Yüzü gözü kulağı, ağzı çok açık görülür. Kadın veya bir yabancı eli ona dokunduğunda, kuvvetini kaybeder.[12]
Fuat Köprülü, Mahmut b. Mansur un eserine dayanarak, yağmur taşı için, ”Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır” demektedir.[13]
Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşitli rivayetler vardır. Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler'in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tutuklarını, kimseye öğretmediklerini söylüyor.[14]
Türkler ve Moğollar, tabiatın hassas dengelerini korumak konusunda son derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenleri dolayısıyla tabiatın dengesini bozmamak için dikkatli davranırdı. Yat törenlerini bilhassa kışın yapmamak gerekir. Çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar verir. Yazın ona sık sık başvurmamak lazımdır, zira pek çok kurt ve böceğin ortaya çıkmasına sebep olur.[15]
Yadacıların durumuna ise: yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi yoksul kimselerdir.[11] Yadacıların yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar yadacıların kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır. Yadacılığın her ne kadar İslamdan sonra yapıldığına rastlansa da, bu adetin unutulmasında Türkler'in İslamiyete girmiş olmalarının rolü olsa gerekir. Kaynaklardan da ifade edildiği gibi, yadacıların yada esnasında söyledikleri sözlerin bir Müslüman için küfre götürücü nitelikte olması. Allahın taktiri kabul edilen rüzgarın esmesi, yağmurun yağması gibi tabii olaylara müdahaleyi İslam inancı ile bağdaşır bulmamaları. Son olarak da yadacıların her yada yapışına müteakip mutlak suretle bir zarara maruz kalmalarına dair olan yaygın kanaat dolayısı ile yadanın zamanla unutulmasında amil rol oynamış olmalı.
Hıristiyan ve Moğollaşmakta olan bir Türk kavmi Naymanlar da muharebelerde yadacıları kullanıyorlardı. Nitekim Buyruk Han da, bir defasında Cengiz Han a karşı, 1202 yılında bir muharebede bu vasıtaya başvurmuştur. Bu hususa Yakup el-Hamavi'nin eserinde Ahmet es-Samani; bir sene 20000 askeri ile Türkler in üzerine sefer yaptığını Türkler den 60.000 silahlı askerle karşılaştığını günlerce çarpıştığını anlatır. Türk memluklardan ve diğer askerlerden bir grubun etrafına toplanıp ona yadacıların savaş esnasında büyü yapacaklarını askerlerinin üzerine mahvedici bir dolu yağdıracağını söyler. Ahmet es-Samani:
”Küfür henüz kalbinizden çıkmamış. Bunu bir insan yapabilir mi? deyip askerleri azarladım. Ertesi gün kuşluk vakti korkunç seslerle dehşete düştüm, askerlerimin tepesinde kara bir bulut vardı askerler ne yapacaklarını şaşırmışlar başlarına gelecek felaketi bekliyorlardı. Bunda bir fitne olduğunu anladım atımdan inip iki rekat namaz kıldım yüzümü toprağa sürüp Allaha yalvardım. Ey Allahım bu bulut bizim üzerimize yağarsa Müslümanlar zayıflar, müşrikler kuvvetlenir. Kuvvet ve Kudretinle onun şerrini bizden uzaklaştır. Ey azamet, kuvvet ve kudret sahibi dedim. Hayrın ancak Allah'tan geldiğini, kötülüğü ondan başkasının savamayacağını biliyordum. Ben bu haldeyken memluklar ve diğer askerler gelerek selamete erdiklerini müjdelediler. Kolumdan kaldırdılar .Ey emir bak dediler. Başımı kaldırdım bulutlar askerlerimin üzerinden Türk askerinin üzerine gitmiş dolular hayvanlarını ürkütmüş, çadırlarını yıkmıştı. Dolu taneleri kimin üzerine düşse onu takatsiz kılıyor veya öldürüyordu. Adamlarım Onların üzerine hamle yapalım mı? dediler. Ben hayır Allah'ın azabı daha dehşetli ve acı dedim. İçlerinden pek azı kurtulabildi. Karargahlarını olduğu gibi bırakıp kaçtılar…”
Kaynaklar
[1] Abdülkadir İnan, "Tarihte ve Bugün Şamanizm", Ankara 1995. s.160-161.
[2] Kaşkarlı Mahmut, "Divan-ı Lügat-it-Türk", III, Tercüme: Besim Altay, Ankara,1992. s.3.
[3] K. K.Yudahin, "Kırgız Sölüğü", II, Ankara 1994. s.715.
[4] O.Turan, ?, s.127.
[5] Şerafettin Yaltkaya, "Yat yahut Yağmur Taşı", Gündüz Dergisi, c.1, sayı 3, 15 Haziran 1936, s.67-68.
[6] Celal Yıldırım, "Kurân-ı Kerîm ve Tefsiri",Tercüman yayını, s.571-572.
[7] Ziya Gökalp, "Eski Türkler'de Din", s.403.
[8] Abdülkadir İnan, a.g.e., s.164.
[9] Ziya Gökalp, a.g.e., s.403.
[10] Abdülkadir İnan, a.g.e., s.163.
[11] Kaynak belirtilmeli.
[12] Köprülüzade,ag.mak, s.9, Dipnot 1, F.Sümer, a.g.mak., s.2538
[13] Köprülüzade,a.g.mak, s.9, not 1, H.Tanyu, age.64
[14] Kaynak belirtilmeli.
[15] Kaynak belirtilmeli.

Şehname’den ilginç bir tasvir. Reşidüddin’in Câmi’üt-Tevârih’inde de bahsi geçen, #Tuluy Han zamanında “Hıtay” askerini perişan eden, afsunla yağmur yağdıran #Bazur adlı bir sihirbazın tasviri.
(Açıklama için bkz. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 44.)
Tasvirin alındığı yer: “Bazur, the Magician, Raises up Darkness and a Storm”, Folio from a #Shahnama (Book of Kings)”, The Metropolitan Museum of Art                
     Şehname’den ilginç bir tasvir. Reşidüddin’in Câmi’üt-Tevârih’inde de bahsi geçen, #Tuluy Han zamanında “Hıtay” askerini perişan eden, afsunla yağmur yağdıran #Bazur adlı bir sihirbazın tasviri. (Açıklama için bkz. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 44.) Tasvirin alındığı yer: “Bazur, the Magician, Raises up Darkness and a Storm”, Folio from a #Shahnama (Book of Kings)”, The Metropolitan Museum of Art

21 Kasım 2015 Cumartesi

KURAN'I KERİM TEFSİRİ (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR) 39- ZÜMER SURESİ




39-ZÜMER:
1- Bu kitabın indirilişi Allah'tandır. Başkası veremez. Zorlama ile yapmacık hareketlerle yapılamaz. Peygamberlik, kazanma ile elde edilemez ve zorla alınamaz. Çünkü Allah öyle azîz, öyle hakîmdir.
"Azîz" iki mânâya gelir: Birisi mağlup olmaz, galip ve kadir, bir de ortağı ve benzeri yok, yalnız demektir. Allah Teâlâ hakkında ikisine de uygun düşecek bir mânâ kastedilmesi lazım gelir. Bilhassa bu iki vasfın söylenmesiyle hem Kur'ân'ın azîz, hakîm bir kitap olduğuna dikkat çekmek, hem de anlatılacak tevhide bir hazırlıktır.
2- Hakkıyla; hak ile, hak olarak. mülabese, musahabe veya sebebiye olmak üzere bunda birkaç yön muhtemeldir. Mülâbese olduğuna göre hakka mülâbis, yani haklı olarak, hak olarak, iniş veya kitabın tam hakkı verilerek demek olur. Sebebiyet olduğuna göre de bu hak sebebiyle, hakkı açıklamak için veya hak hikmeti ile demek olur ki, yerine göre bu mânâlardan biri tercih olunur.
3- 9- İyi bil ki, hâlis din ancak Allah'ındır. Hiçbir şirk karşılığı olmaksızın temiz ve halis tevhid dini, tam mânâsıyla şüphesiz din. Halis ibadet ve taat ancak Allah'a yapılır ve yapılmalıdır. Bunun doğruluğunu meydana çıkarmak için buyuruluyor ki O'nun berisinden birtakım veliler edinenler de, Allah denince kendisinden daha ilerisi, daha yükseği, daha ötesi mümkün olmayan en mükemmel zat denilmiş olduğu için, Allah'ın üstünde bir ilâh iddiasına kalkışılması bahis konusu olamaz. Şirk koşanlar, hep O'ndan aşağılardan birtakım veliler, koruyucular tutmak isterler. İsterler ama O'ndan başka velilere, emir sahiplerine tutunanlar, gerek "İlahları, bir tek ilâh mı yapmış?" (Sâd, 38/5) diyenler gibi putlara, gerek meleklere ve gerekse İsâ gibi şerefli kullara ilâh diye sarılanlar "Biz onlara ancak, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." demektedirler. Böyle diyerek tutunmaktadırlar. Demek ki şirk batıldır. Mabudluk, yalnız Allah'ın hakkıdır. Halis din ancak Allah'ındır. (Maide, 5/69. âyetin tefsirinde sâbiîn hakkında geçen açıklamaya bkz.)
Üç karanlıkta: Batın karanlığı, rahim karanlığı, döl yatağı karanlığı
Meâl-i Şerifi
10-21- 10- Ey Muhammed! Tarafımdan söyle: "Ey iman eden kullarım! Rabbinizden korkun. Bu dünyada güzellik yapanlara bir güzellik vardır. Allah'ın yeryüzü geniştir. Ancak sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir."
11- De ki: "Bana, dini sadece kendisine halis kılarak Allah'a ibadet etmem emredildi."
12- "Hem O'nun birliğine teslim olan müslümanların ilki olmam da bana emredildi."
13- De ki: "Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım."
14- De ki: "Ben dinimi kendisine halis kılarak yalnız Allah'a kulluk ederim."
15- "Siz de O'ndan başka dilediğinize kul olun." De ki: "Asıl hüsrana düşenler, kıyamet günü kendilerine ve mensuplarına ziyan edenlerdir. Evet, işte asıl açık hüsran budur."
16- Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında yine ateşten tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bundan korkutuyor, "Ey kullarım! benden korkun." (diyor).
17- Tağuttan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi müjdele kullarımı.
18- O kullarımı ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir. İşte temiz akıllılar da onlardır.
19- Ya üzerine azab kelimesi hak olmuş kimse de mi (böyledir)? Artık o ateşteki kimseyi sen mi çıkaracaksın?
20- Fakat o Rablerine sığınarak korunanlar için altlarından ırmaklar akan, üzerlerinden şehnişinler yapılmış, şehnişinli (balkonlu) köşkler vardır. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz.
21- Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki menbalara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renklerde bir ekin çıkarır, sonra onun olgunlaşıp sarardığını görürsün. Sonra da onu bir çöpe çevirir. Elbette bunda temiz akıllılar için bir ihtar vardır.
Meâl-i Şerifi
22- Allah, kimin bağrını İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Artık Allah'ın zikri hususunda kalpleri katılaşmış olanların vay haline! İşte bunlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.
23- Allah, kelamın en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi.

Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur.
24- O halde kıyamet günü zalimlere: "Tadın bakalım kazanıp durduklarınızı!" denilirken, o kötü azabdan yüzü ile korunacak kimse ne olur?
25- Onlardan öncekiler de yalanladılar da kendilerine, hatırlarına gelmez yönden azab geliverdi.
26- Allah, onlara dünya hayatında zilleti tattırdı. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
27- Yemin ederim ki, bu Kur'ân'da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik. Gerek ki iyi düşünsünler.
28- Pürüzsüz Arapça bir Kur'ân (indirdik ki, Allah'ın azabından) korunsunlar.
29- Allah, şöyle bir misal vermiştir: Bir adam ve birtakım ortakları var, hırçın hırçın çekişip duruyorlar. Bir de yalnız bir kişiye bağlı selamet içinde olan bir adam var. Bu ikisinin hali hiç bir olur mu? Hamd Allah'ındır, fakat pek çokları bilmezler.
30- Sen elbette öleceksin, onlar da elbette öleceklerdir.
31- Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.
22-31- Kimin haklı, kimin haksız çıkacağına ve neticenin ne olacağına gelince:
Meâl-i Şerifi
32-41- 32- Allah'a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim (daha haksız) kim olabilir? Kâfirlerin yeri cehennemde değil midir?
33- Doğruyu getiren ve onu tasdik edene gelince, işte onlar kötülükten korunan müttakilerdir.
34- Onlara, Rablerinin yanında ne dilerlerse vardır. İşte bu, iyilik yapanların mükafatıdır.
35- Çünkü Allah, onların önceden yaptıkları amelin en kötüsünü bile keffaretle örtüp, işlemekte bulundukları güzel amellerin en güzeline göre mükafatlarını kendilerine verecektir.
36- Allah, kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.
37- Her kime de Allah hidayet verirse artık onu da şaşırtacak yoktur. Allah aziz (çok güçlü) ve intikam sahibi değil midir?
38- Andolsun ki onlara: "O gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan: "Elbette Allah!" diyeceklerdir. O halde gördünüz ya Allah'tan başka çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O'nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun rahmetini tutabilirler mi? De ki: "Allah, bana yeter." Tevekkül edenler, hep O'na dayanırlar.
39- De ki: "Ey kavmim! Haliniz üzere çalışın. Ben de kendi halime göre çalışıyorum. Artık ileride bileceksiniz."
40- "Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin üzerine konacağını."
41- Biz bu kitabı sana, insanlar için hak ile indirdik. O halde kim doğru yola gelirse kendi lehinedir. Kim de saparsa, sırf kendi aleyhine olarak sapar. Sen onların üzerine vekil değilsin.
Meâl-i Şerifi
42- Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.
43- Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?"
44- De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."
45- Böyle iken, Allah bir olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da, O'ndan başkaları anıldığı zaman derhal yüzleri güler.
46- De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'ım! Kulların arasında, o ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında sen hüküm vereceksin."
47- Eğer bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı da beraber o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Ancak ne var ki, hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından karşılarına çıkarılır.
48- Öyle ki, yaptıkları amellerin kötülükleri karşılarına çıkmış ve alay edip durdukları şeyler, kendilerini sarmıştır.
49- Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da: "O bana bir bilgi üzerine verildi." der. Belki bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmezler.
50- Onu, bunlardan öncekiler de söyledi. Fakat o kazandıkları, kendilerini kurtarmadı.
51- Neticede kazandıklarının kötülükleri, başlarına geçti. Şunlardan o zulmedenlerin de kazandıkları kötülükleri başlarına geçecektir. Onlar da bunu atlatacak değillerdir.
52- Hâlâ bilmediler mi ki; Allah, rızkı dilediğine açar ve kısar. Şüphesiz ki bunda iman edecek bir kavim için nice ibretler vardır.
42- Allah, o nefisleri ölümleri zamanı kabzeder, alır. Bu âyetin gelişi, yukarı ile üç noktadan alâkalıdır.
Birincisi; "kasır" ile sondaki "Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." sözüne bakmaktadır. Yani vekil sen değilsin, Allah'tır. Çünkü o canları ancak Allah alır. Bu nokta daha ileride "O, her şeyin üzerinde bir vekildir." (Zümer, 39/62) diye açıkça da söylenecektir.
İkincisi; hidayet ve sapıklığın, hayat ve ölüm ile bir temsilini bildirir.
Üçüncüsü; ta yukarıdaki "Sen elbette öleceksin, onlar da elbette öleceklerdir. Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız." (Zümer, 39/30-31) âyetini bir nevi açıklama ile "Kim doğru yola gelirse, kendi lehinedir. Kim de saparsa, sırf kendi aleyhine olarak sapar." (Zümer, 39/41) hatırlatmasını zihinlere yerleştirmek ve ispat etmektir. Keşşaf sahibi, burada "nefisler"den maksadın, ruh ile beden toplamı olduğunu söyleyerek demiştir ki: "Nefisler olduğu gibi cümlelerdir (insanların kendileridir). Alınması da öldürülmesidir ki, hisseden, anlayan bir hayat sahibi olmasının sebebi olan parçalarının sağlık ve esenliği cinsinden sebep ve şartların çekilip alınmasıdır. Çünkü sağlığı yok edilince sanki kendisi yok edilmiş gibi olur. Çünkü Allah Teâlâ, almayı, ölümü, uykuyu hep nefislere bağlamıştır. Halbuki akıl ve temyiz kabiliyeti, ölüm ve uykunun kendisi ile vasıflanmış değildir. Ölen ve uyuyan, ancak cümle (zat) mânâsına nefistir." Nefis, beden karşılığı olarak ruh mânâsına da geldiği ve özellikle rûh-ı emrî (Allah'ın emrinden olan ruh) denilen konuşan nefis yerinde kullanıldığı için, diğer tefsirciler burada İbnü Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete göre akıl ve temyiz nefsi denilen konuşan nefisler ile tefsir etmişler ve almayı da bedenle olan ilgi ve tasarrufunu kesmek suretiyle kabzedip almak diye beyan etmişlerdir. Ölümde dıştan ve içten, uykuda da yalnız dıştan ilgisinin kesildiğini söylemişlerdir. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile ışığı gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan, ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölümde ikisi de alınır, uykuda ise yalnız nefis alınır. Ruh denilince genellikle hayatın aslı anlaşılageldiği gibi, hayat da çoğunlukla cismanî görünüş ile anlaşıldığından, manevî hayatın e sası olan ruha nefis denmiştir. Güneş ile ışığını misal getirmesi, gösterir ki, aralarında bir cevher farkı anlatmak istememiştir. Bizim anladığımız şudur: Nefis, kendini duyan, kendine ve kendindekine vicdanı olan, yani "ben" şuuruna sahip olan zattır. Her nefiste böyle duyan ve duyulan olmak üzere çifte bir yön vardır. Âyette geçen "teveffî" kelimesi, bir şeyi yeterli olarak, yani kamilen ve tamamıyla almak, çekip çıkarmaktır. Bundan dolayı ruhun Allah tarafından tamamıyla kabzedilip alınmasına "teveffî" ve ölüme "vefat" denilmiştir. Emaneti yerine teslim ile tamamen vefa etmek (yerine getirmek) gibidir. Nefislerin varlıkları, zorunlu değildir. Onun için kendilerine dair bilgileri, kendi zatlarıyla olsa bile, zatlarından dolayı değildir, Allah'tandır. Allah onları kendilerinden alıp, kendilerinden geçirir. Bu mânâ "Allah kişi ile kalbi arasına girer." (Enfal, 8/24) âyetindeki gibidir. İşte nefsin alınması, ölüm ve uyku hallerinde olduğu gibi kendinden geçirilip, akıl ve temyiz gücünün kendisinden alınmasıdır. Bu durumda mânâ şu oluyor: "O nefisleri, konuşan nefisleri başkası değil, ancak Allah kendilerinden alır, kabzeder, yok etmeksizin kendilerinden geçirir, şuur ve temyiz güçlerini alır." Öldükleri zaman, yani bedene ait tasarrufları ve ilgileri kesildiği zaman ölmeyenleri de uyudukları zaman alır da üzerine ölüm hükmünü verdiklerini alıkor, tekrar dirilinceye kadar tutar diğerlerini, henüz ölüm hükmü verilmemiş olan uykudakileri salıverir belirli, takdir edilmiş bir süreye kadar ki, ölecekleri zamandır. İşte böyle hem ölüm halinde, hem de uyku halinde o nefisler, Allah Teâlâ'nın elinde bulunur. Burada şu soru hatıra gelir: Yukarıda Secde Sûresi'nde "De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz." (Secde, 32/11) buyurulmuş, daha yukarıda, En'am Sûresi'nde: "Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler. Onlar vazifelerinde kusur etmezler. Sonra insanlar hak olan mevlâlarına döndürülürler." (En'am, 6/61-62) buyurulmuş olmakla bunlarda, alma, Allah'ın elçilerine ve ölüm meleğine isnad edilmişti. Şu halde burada kasır ile "Allah alır" buyurulması, bunlara aykırı olmaz mı?
Fahrüddin Râzî tefsirinde buna şöyle bir cevap verilmiştir: Gerçekte nefisleri alan (öldüren) ancak Allah Teâlâ'dır. Şu kadar var ki, Allah Teâlâ sebepler âleminde her türlü işi, meleklerden bir meleğe görev olarak vermiş, böylece ruhların alınmasına da ölüm meleğini memur kılmıştır ki, o başkandır. Beraberinde tabileri ve hizmetçileri vardır. Onun için o âyetlerde alma onlara nisbet edilmiş, burada da gerçek olarak Allah Teâlâ'ya nisbet olunmuştur. Bunun özü, Allah'ın görevlendirip gönderdiği elçilerin alması, Allah'ın alması demektir. Yahut Allah'ın alması, doğrudan doğruya veya melekleri vasıtasıyla olmaktan daha geneldir, demek oluyor. Bu cevap, aslında doğru ve "Kullarının üstünde galip olan O'dur. Ve O, üzerinize muhafaza melekleri gönderir. Sonunda birinize ölüm geldiği zaman onu gönderdiğimiz melekler vefat ettirirler." (En'am, 6/61) diye "hatta" ile kasrına bir bölüm oluşu da buna şahit ise de, burada daha önemli bir nükte vardır: Dikkat edilmesi gerekir ki, zikredilen âyetlerin birinde ölüm meleğinin alışından sonra "Sonra O'na döndürülürsünüz." buyurulduğu gibi, diğerinde de "Sonra hak olan Mevlalarına döndürülürler." buyurulmuştur. İşte buradaki alma işi, o döndürülme anını açıklamaktır. Bunun izahı da şu olur: Ölüm meleği, bedenden hayvanî ruh denilen cismanî hayat ruhunu alır, akıl ve temyiz ruhu denilen konuşan nefisleri, Rabbin emri olan insanî ruhu ise "Ben ruhumdan ona üfledim." (Sâd, 38/72) âyetinin ifadesince doğrudan doğruya Allah üflediği gibi "Allah nefisleri alır" ifadesince, kabzedilip alınması da doğrudan doğruya Allah'a aittir. buyurulması da bu tahsisi bildirir. Şüphesiz ki bunda; bu olma, tutma ve salıvermede düşünecek bir kavim için elbette ibretler vardır. Ki, Allah'tan başka mabud olmayacağına ve sonunda hep Allah'a gidileceğine ve tekrar dirilip, huzurunda muhakeme olunacağına ve Allah'a karşı yalan söylemiş, zulmetmiş, küfretmiş haksızların, kâfirlerin varacakları yerin cehennem olup; sadık, mümin, müttaki olup iyilik yapanların en güzel mükafata ereceklerine, kısaca "Biz Allah'ınız ve yalnız O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) meselesine delalet eder. (En'am, 6/60. âyetin tefsirine bkz.)
Nefislerin, uykudaki gibi kendilerinden geçirilmesi, azabı duymamak itibarıyla kâfirlerin lehine olmaz mı? diye bir soru hatıra gelebilir. Keşşaf sahibi bu soruya meydan vermemek için, konuşan nefsin, ölümle vasıflanamayacağını söylemişti. Fakat bunun asıl cevabı Hz. Ali'ye nisbet edilen şu kıt'adadır:
"Eğer biz öldüğümüz zaman bırakılmış olsaydık, ölüm her canlının rahatı olurdu. Fakat bizler öldüğümüz zaman tekrar diriltileceğiz de ondan sonra her şeyden sorguya çekileceğiz."
Demek meselenin asıl düşünülecek çözüm noktası bu alıp tutmak ve salıvermekten Allah Teâlâ'nın mutlak tasarruf kudretini anlayarak bu tutuşun, bu hapsedişin onları kaçırmayıp yeniden dirilmek için bir hapis ve durdurma olduğu sonucunu çıkarmak ve tekrar diriliş ile Allah'a kavuşmanın dehşetini, celal (büyüklük) ve cemalini (güzelliğini) düşünebilmektir. Onun için Yâsin Sûresi'nde geçtiği üzere sûr'a üfürülünce kâfirler "Bizi mezarımızdan kim diriltip kaldırdı?" (Yâsin, 36/52) diyeceklerdir ki, aşağıya doğru bu mânâ burada da açıklanacaktır. Yine bundan dolayıdır ki kâfirler "(Ey Rabbimiz!) Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin." (Mümin, 40/11) diyeceklerdir.

71-NUH:25. "Hatalarından dolayı" buradaki harf-i cerri illet ve sebep bildirir. Metne ziyade kılınmıştır veya belirsizlik için getirilmiştir. Onların hatalarının ve işledikleri suçların büyüklüğüne ve fazlalığına dikkat çekmek için ziyade kılınmıştır. Burada mef'ûlün fiilden önce getirilmesi, söze "ancak, yalnız, sırf" gibi mânâlar kazandırır. Yani başka sebepten ötürü değil, açıklandığı üzere sırf kendilerinin birçok büyük günahlarından ötürü suda boğuldular, tufana boğuldular. Sonra da bir ateşe atıldılar. Bu, berzah yani ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulundukları yerdeki veya kabirdeki azaptır. Suya boğulmakla ateşe atılmak gibi iki zıt azabın bir araya getirilmesinde eşsiz bir tıbak sanatı vardır.

43-52-Bütün bu uyarılara karşı müşriklerin yegane tutundukları tutamak şefaat davası olduğu için buyuruluyor ki: Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? Allah'a karşı yalan söyleyen, "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer, 39/3) diyen, Allah çocuk edindi diyen o müşriklere "De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?" (Zümer, 39/43) Bu önce putların şefaati davasını iptaldir. Diğerleri hakkında da şöyle buyuruluyor: Bütün şefaat Allah içindir. Onun da sahibi O'dur. O'nun izni olmaksızın huzurunda kimse şefaat edemez. Şefaat izni verilenler de hep O'nun rızasını düşünerek şefaat edebilirler. Çünkü "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur..."
Meâl-i Şerifi
53- De ki: "Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
54- Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.
55- Haberiniz olmayarak ansızın başınıza azab gelmeden önce (halis müslüman olun da) Rabbinizden size indirilenin en güzelini takib ve tatbik edin.
56- (O günden sakının ki günahkar) nefis şöyle diyecektir: "Allah'ın yanında yaptığım kusurlardan dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim."
57- Yahut şöyle diyecektir: "Allah bana doğru yolu gösterseydi, her halde ben müttakilerden olurdum."
58- Veya azabı gördüğü zaman şöyle diyecektir: "Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik yapanlardan olsaydım."
59- (Ona): "Hayır sana âyetlerim geldi de onlara yalan dedin, kibirlenmek istedin ve kâfirlerden oldun." (denir.)
60- Hem o kıyamet günü görürsün ki, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzleri kararmıştır. Kibirlenenlerin yeri cehennem değil mi?
61- Kötülükten sakınan müttakileri ise Allah başarılarından dolayı kurtuluşa çıkarır. Onlara fenalık dokunmaz ve onlar üzülecek de değillerdir.
62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O'dur.
63- Bütün göklerin ve yerin kilitleri O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere gelince, işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir.
53- De ki; yani Allah tarafından şu hitabı tebliğ et. Ey kendi nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım!
İSRAF, mal sarfında meşhur ise de insanın yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmaktır. Burada cinayet mânâsı da ilave edilerek ile sılalanmıştır. Yani günahta aşırı giderek kendi nefislerine karşı cinayet yapmış olan kullarım! "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." Bu âyetin, Kur'ân'da en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla beraber dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil, en günahkar kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allah'a yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bunun iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Atâ b. Yesar'dan olan rivayete göre Hz. Hamza'nın katili Vahşi hakkında Medine'de inmiştir. İbnü Ömer'den rivayet olunduğuna göre de, demiştir ki, Ayyaş b. Ebi Rebia, Velid b. Velid ve daha birkaç kişi müslüman olmuşlardı. Sonra da kendilerine işkence edilmiş, fitneye düşmüşlerdi. Biz bunlar hakkında, Allah artık bunlardan ebedî olarak hiçbir şey kabul etmez; müslüman oldular, sonra da bir azab ile cezalandırıldıkları için dinlerini terkettiler diyorduk ki, bu âyetler indi. Ömer b. Hattab katib idi, bunları kendi eliyle yazdı, Ayyaş b. Ebi Rebia'ya ve Velid b. Velid'e ve diğer birkaç kimseye gönderdi, onlar da müslüman olup hicret ettiler.
İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre de Mekkeliler şöyle demişler: "Muhammed, iddia ediyor ki, putlara tapan, Allah ile beraber diğer bir ilâha dua eden ve Allah'ın muhterem kıldığı (öldürülmesini haram ettiği) bir insanı öldüren kimseler bağışlanmaz, o halde biz nasıl hicret eder, müslüman oluruz? Putlara tapınmış, adam öldürmüşüz, şirk ehliyiz."(1) Bunun üzerine Allah Teâlâ "De ki: Ey kendi nefislerine karşı israf eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." âyetini indirdi. Bununla birlikte âyetin iniş sebebi, kâfirlerin İslâm'a girmesi meselesi ise de, mânânın asilerin tevbesine de şamil olduğunda şüphe yoktur. O haydi haydi sabit olur. Demek ki "Şüphe yok ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) âyeti gereğince şirkin bağışlanmaması, tevbe edilmediği takdirdedir.
54-63- "Azab size gelmeden önce" buyurulması da ümitsizlik halindeki imanın fayda vermeyeceğini anlatır. Bir nefis diyeceği için, yani dememesi için. "Ve O, her şey üzerine vekildir." Bu ifade, ta yukarıdaki "Sen onların üzerine vekil değilsin." (Zümer, 39/41) hitabına karşılıktır. Yani üzerlerinde tasarruf yetkisi kendisine ait olan, yahut görüp gözetecek, menfaat veya sorumluluklarını tatbik edecek olan ancak O'dur. "Göklerin ve yerin kilitleri O'nundur."
MEKÂLÎD, "Mıklid" veya "mikled"in çoğuludur ki, kilit veya anahtar demektir. "Kilid"in Arapçalaşmışı olan "ıklîd"in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Burada kilit veya anahtarlardan maksat, yer ve gök hazineleri ve onlarda dilediği gibi tasarruf etmektir.
Meâl-i Şerifi
64- De ki: "Ey cahiller! Şimdi bana o Allah'tan başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?"
65- Andolsun ki, sana da, senden öncekilere de şu vahyedildi: "Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun."
66- Hayır, onun için yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.
67- Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yer kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler de kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yüksektir.
68- Ve sûra üflenmiştir. Göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Ancak Allah'ın dilediği müstesna. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.
69- Yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır. Kitap konmuş, peygamberler ve şahitler getirilmiş ve aralarında hak ile hüküm verilmektedir. Hem onlara hiç haksızlık yapılmaz.
70- Herkese ne amel yaptıysa karşılığı tam olarak ödenmiştir. O (Allah), onların yaptıklarını en iyi şekilde bilmektedir.
64-68- Yer, kıyamet günü O'nun avucundadır.
Gökler de kudretiyle dürülmüştür. Zemahşerî, Beydâvî, Ebu's-Suud gibi belagatta tanınmış olan tefsirciler diyorlar ki, bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın son derece büyüklüğüne, kudretinin kemaline ve zihinlerin hayret ettiği büyük fiillerin, O'nun kudretine nispet edilince, çok küçük ve değersiz kalacağına bir tenbih ve kainatı yıkıvermenin O'na göre pek kolay bir şey olduğunun, temsil ve tahyil (hayal ettirme) yoluyla bir ifadesidir ki, "kabza" (avuç) ve "yemîn" (sağ el) kelimelerinin hakikat veya mecaz olmaları yönü düşünülmeksizin "gecenin zülfüne kır düştü" deyimi gibi topyekün bir tasvirdir. Diğer bazıları da demişlerdir ki, kelamda asıl olan hakikattir. Fakat hakikatin imkansız olduğuna bir delil bulununca da mecaza yorumlanması vacib olur. "Avuç" ve "sağ el" kelimeleri, organlarda hakikattir. Allah Teâlâ'ya âzâ ve organ isnadının imkansız bulunduğuna da aklî delil vardır. O halde mecaza yorumlanması vacibdir. Çünkü "filan, filanın avucundadır." denir. Onun yönlendirmesi ile emri altında demektir. "Sağ ellerinin malik olduğu..." (Ahzab, 33/50) ifadesinden maksat da kendilerinin milki olmasıdır. Şu ev filanın elinde, filanın avucunda ve filanın eline geçti derler ki, halis milki olduğunu söylemek isterler. Hem bunlar, kullanılan ve meşhur olan mecazlardır. İbnü Atiyye de demiştir ki, kabza (avuç) kudretten ibarettir. Dilimizde de pek çok kullanılan kabza kelimesi esasında "kabız"dan "masdar bina-i merre"dir. Bir kabız, bir sıkma veya bir tutma demektir. Avuçla tutulan mikdara da "kaf"ın zammesiyle "kubza" (tutam veya sıkım) denildiği gibi, "kaf"ın fethasıyla "kabza" da denir. Demek ki kabza, bir sıkım, bir tutam veya bir avuç mânâlarına olabiliyor. Burada "bir sıkım" diye ifade edilmesi, kıyametin sıkıştırmasını anlatması itibarıyla daha açık olur.
YEMİN, sağ demektir. Kuvvet ve kasem (yemin etmek) mânâlarına da gelir. Burada kuvvet veya kasem demek olabileceği de söylenmiştir. "O gün biz göğü, kitapların sayfalarını dürer gibi düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinin ifadesince göğü dürmeye ahdetmiş olduğu için tahkik itibariyle bu mânâ doğru ise de, önceki mânâ ile kuvvet ve kudretin tasvir ve temsilinin daha kuvvetli, daha büyük bir mânâ ifade ettiğini hatırlatmaya hacet yoktur. Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, yer ve göklerin bu sıkımı ve dürümü sırasında insanların nerede olacağı Resulullah'tan sorulmuş, "sırat üzerinde" buyurulmuştur.
Kıyameti tasvir edip anlatmak için de buyuruluyor ki "sûra üfürülmüştür." "Sûr"un mânâsı Neml Sûresi 87. âyetin tefsirinde geçmişti. Görülüyor ki burada iki üfürüş açıklanıyor. Birincisi, yıkan "nefh-ı saik"tir ki bu, birinci veya orta üfürüştür. İkincisi, kaldıran "nefh-ı kıyam"dır ki, bu da ikinci veya üçüncü üfürüştür. Ve kıyamet kelimesi, bu ikincideki kıyam (kalkış) mânâsından olmakla beraber, birinciyi de başlangıcı olmak üzere kapsamaktadır. Onun için kıyametin kopması en büyük yıkımı ifade eder. Buna saat, vâkıa, hâkka da denir.
69-70-SAİK, yıldırım çarpmasında olduğu gibi bayılıp düşmeye ve ölmeye denilir. Bu kalkıştan sonra din günü ve fasıl günü denilen safhayı açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve yer parlatılmıştır. Bu parlayacak olan yer kabızdan sonra "O gün yer, başka yere çevrilir." (İbrahim, 14/48) ifadesi üzere, değişecek olan mahşer yeridir. Bir hadisi şerifte şöyle gelmiştir: "İnsanlar, halis elenmiş un çöreği gibi beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaktır ki, üzerinde kimsenin bayrağı yoktur." Rabbinin nuru ile, Kur'ân'ın birçok âyetlerinde Kur'ân'a, bürhana (delile), hak ve adalete nur dendiği gibi, burada da nurun, hak ve adaletin tecellisi demek olduğu söylenmiştir. Fakat Ebu Hayyan'ın naklettiği üzere İbnü Abbas demiştir ki, burada nur, güneş ve ayın nuru değil, diğer bir nurdur ki, Allah Teâlâ yaratacak da onunla yeri aydınlatacaktır. Bu rivayet bizi öbüründen daha güzel bir mânâ ile aydınlatmaktadır. Çünkü elektrik ile bir misalini tasavvur edebileceğimiz parlak bir nurun, ilâhî bir nurun yaratılacağını bize önceden haber vermiş oluyor. Bu nur ki, onunla büyük mahkemenin kurulacağı mahşer yeri aydınlatılacaktır. Kitap ortaya konmuş. Burada kitap, amel defteri ile tefsir edilmiştir. Ve peygamberlerle şahitler getirilmiş, "O gün Allah, peygamberleri toplayacak ve: 'Size ne cevap verildi?' diyecek." (Maide, 5/109), "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit getirdiğimiz vakit, bakalım onların hali nasıl olacak?" (Nisâ, 4/41) "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız." (İsrâ, 17/71) ifadeleri ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte burada "Nebiyyîn" kelimesi, muhbirler mânâsını da ifade edebilir.
Meâl-i Şerifi
71- İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevkedilmektedir. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açılır ve bekçileri onlara: "İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" derler. Onlar da: "Evet geldi" derler. Fakat kâfirler üzerine azab kelimesi hak oldu.
72- (Onlara): "Ebedî olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından" denir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!
73- Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilmektedir. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" derler.
74- Onlar da: "Hamdolsun o Allah'a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennet arzına varis kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz" derler. Bak ne güzeldir mükafatı o iyi amel işleyenlerin!
75- Meleklerin de arşın etrafını kuşatarak, Rablerine hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Artık halk arasında hak ile hüküm icra edilip "âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" denilmektedir.
71-75-Ya Rab! Bizi de bu hamde eren kullarından eyle.
Burada Zümer Sûresi bitti. Bunu Mümin Sûresi takip ediyor.




13 Kasım 2015 Cuma

Psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) Weighing Souls (Psychostasis) Ruh Mizan


               Angels bring Souls to Heaven

 


Psikostazi ya da psikostasya, Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Weighing Souls (Psychostasis) Ruh Mizan . Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostaziye, ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımı da denilebilir. The psychostasia, Greek 'weighing of souls', is a method of divine determination of fate, which persists from the Iliad through to christian theology.















Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, ilahe Maat’ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra’nın gözü sayılan Maat’ın hiyeroglifi “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.
Mısır Ölüler Kitabı’nda ve eski Mısır metinlerinde Psikostazi, özetle, şöyle açıklanır:
Ölü, “ka”sıyla (perispri) Osiris’in önüne, 42 ilahın huzuruna çıkar. Ezoterik kaynaklara ve sembolizm verilerine göre, bu 42 ilah, Osiris dini’ndeki “öldürmeyeceksin, ağlatmayacaksın! vb.” şeklinde belirtilen 42 kuralın somutlaştırılmış, kişileştirilmiş halleridir ki, burada, kişinin yeryüzünde yaşarken İlâhî Yasalar’ın gereklerine uyup uymamış olması irdelenir.[1]
Ölüler Kitabı’na göre, bir süre sonra, yeryüzünde yaşarken yapmış olduklarını görebilmesi için, ölüye hafızası ve anımsama yetisi geri verilir ve tartılma başlar.
Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hemen hemen tüm tradisyonlarda olduğu gibi, hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanı simgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.
Ölü, yeryüzünde yaşarken hangi fiilleri işlediğini ve hangi kuralları çiğnemediğini bir bir sayar.
Kalp, yani vicdan eski Mısır metinlerinde Horus’un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Birçok eski Mısır metninde rastlanan “bir insanın kalbi onun bireysel ilahıdır” (Viyana Müzesi) ve “ey kalbimdeki Tanrı” şeklindeki ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, vicdan, tanık olmasının yanı sıra, kendisine hesap soracak olandır. Yani ölüyü yargılayacak olan, kendi içindeki ilahtır; kendi vicdanıdır. Bunu simgelemek üzere, mumyaların içinde bırakılan tek iç organ kalpti (“ab”). Eski Mısır inisiyasyonunda eğitim görmüş olduğu ileri sürülen Platon, bu aşamayı varlığın kendi kendini yargılaması olarak kabul eder.
Ölüler Kitabı’na göre, bu yargılanma sonunda, ölü, kötü şeylerin anısını ağzından ifrazat olarak dışarıya atar. Bir diğer Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda günahkar çıkan ölüler timsah başlı Ammait (Ammit) tarafından yenirler. Bu “ölü yiyiciler” sembolizmi Tibet Ölüler Kitabı’nda ve eski İran tradisyonlarında da bulunmaktadır.
Mısır Ölüler Kitabı’na göre, daha sonra ölülerden bazıları kısa süre sonra tekrar yeryüzünde doğarlar; bazıları ise “büyük ışığa” doğru çekilirler, kendilerine bir süre rehberlik yapıldıktan sonra Osiris’in uygun görmesi halinde onlar da, tekrar yeryüzünde doğarlar.
Eski Mısır’ın psikostazi kavramının bir benzerine, vaktiyle Harran Ovası’nda yaşamış bulunan Sâbiîler’de rastlanır. Psikostazi’deki terazi bu tradisyonda Abatur’un terazisi olarak adlandırılır.(Abatur'un eski Mısır'daki çakal başlı Anubis'in bir versiyonu olduğu ileri sürülür.)

The psychostasia, Greek 'weighing of souls', is a method of divine determination of fate, which persists from the Iliad through to christian theology.
During the contest of Achilles and Hector in the Iliad,[1] Zeus, weary from the battle, hung up his golden scales and in them set twin Keres, "two fateful portions of death"; this, then, is known as the kerostasia.[2] Plutarch reports that Aeschylus wrote a play with the title Psychostasia, in which the combatants were Achilles and Memnon.[3] This tradition was maintained among the vase painters. An early representation is found on a black-figure lekythos in the British Museum;[4] she observes "The Keres or φυχαί are represented as miniature men; it is the lives rather than the fates that are weighed. So the notion shifts." In a psychostasia on an Athenian red-figure vase of about 460 BCE at the Louvre, the fates of Achilles and Memnon are in the balance held by Hermes. [5] Among later Greek writers the psychostasia was the prerogative of Minos, judge of the newly deceased in Hades.
In Egyptian mythology, where Duat is the Underworld, there would take place the Weighing of the Heart, in which the dead were judged by Anubis, using a feather, representing Ma'at, the goddess of truth and justice responsible for maintaining order in the universe. The heart was the seat of the life-spirit (ka). Hearts heavier or lighter than the feather of Ma'at were rejected and eaten by Ammit, the Devourer of Souls.
For Christians, among the terrors that await at the Last Judgment is the weighing of souls.[citation needed] Sin is heavy, and sinful souls are to be consigned forever to Hell. The courtly angelic knight in the central panel of Hans Memling's The Last Judgment, ca 1470 (National Museum Gdańsk), is the Archangel Michael, who separates the Just from the Damned in his steelyard balance. Memling has treated a medieval genre of fresco, called in English examples a "Doom" which kept the future terrors before the eyes of the faithful.
The Last Judgment, by Hans Memling, ca 1470 (National Museum Gdańsk)
In the literature of the Mandeans, Abathar Muzania, an angelic being, has the responsibility of weighing the souls of the deceased to determine their worthiness, using a set of scales.
Psikostazi ya da psikostasya, eski Mısır tradisyonundaki bir kavramın eski Yunanca’daki adıdır.

Terim psikhe (yaşamsal unsur, nefes, süptil beden) ve statis (tartılma) sözcüklerinden türetilmiştir. Ölüm olayı ile bedenini terk edenlerin yargılanması olan psikostaziye, ölümden sonraki vicdani hesaplaşma olgusunun sembolik öğelerle anlatımı da denilebilir.
İnanç
Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, ilahe Maat’ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra’nın gözü sayılan Maat’ın hiyeroglifi “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.
Mısır Ölüler Kitabı’nda ve eski Mısır metinlerinde Psikostazi, özetle, şöyle açıklanır:
Ölü, “ka”sıyla (perispri) Osiris’in önüne, 42 ilahın huzuruna çıkar. Ezoterik kaynaklara ve sembolizm verilerine göre, bu 42 ilah, Osiris dini’ndeki “öldürmeyeceksin, ağlatmayacaksın! vb.” şeklinde belirtilen 42 kuralın somutlaştırılmış, kişileştirilmiş halleridir ki, burada, kişinin yeryüzünde yaşarken İlâhî Yasalar’ın gereklerine uyup uymamış olması irdelenir.[1]
Ölüler Kitabı’na göre, bir süre sonra, yeryüzünde yaşarken yapmış olduklarını görebilmesi için, ölüye hafızası ve anımsama yetisi geri verilir ve tartılma başlar.
Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hemen hemen tüm tradisyonlarda olduğu gibi, hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanı simgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.
Ölü, yeryüzünde yaşarken hangi fiilleri işlediğini ve hangi kuralları çiğnemediğini bir bir sayar.
Kalp, yani vicdan eski Mısır metinlerinde Horus’un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Birçok eski Mısır metninde rastlanan “bir insanın kalbi onun bireysel ilahıdır” (Viyana Müzesi) ve “ey kalbimdeki Tanrı” şeklindeki ifadelerden de anlaşılabileceği gibi, vicdan, tanık olmasının yanı sıra, kendisine hesap soracak olandır. Yani ölüyü yargılayacak olan, kendi içindeki ilahtır; kendi vicdanıdır. Bunu simgelemek üzere, mumyaların içinde bırakılan tek iç organ kalpti (“ab”). Eski Mısır inisiyasyonunda eğitim görmüş olduğu ileri sürülen Platon, bu aşamayı varlığın kendi kendini yargılaması olarak kabul eder.
Ölüler Kitabı’na göre, bu yargılanma sonunda, ölü, kötü şeylerin anısını ağzından ifrazat olarak dışarıya atar. Bir diğer Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda günahkar çıkan ölüler timsah başlı Ammait (Ammit) tarafından yenirler. Bu “ölü yiyiciler” sembolizmi Tibet Ölüler Kitabı’nda ve eski İran tradisyonlarında da bulunmaktadır.
Mısır Ölüler Kitabı’na göre, daha sonra ölülerden bazıları kısa süre sonra tekrar yeryüzünde doğarlar; bazıları ise “büyük ışığa” doğru çekilirler, kendilerine bir süre rehberlik yapıldıktan sonra Osiris’in uygun görmesi halinde onlar da, tekrar yeryüzünde doğarlar.
Eski Mısır’ın psikostazi kavramının bir benzerine, vaktiyle Harran Ovası’nda yaşamış bulunan Sâbiîler’de rastlanır. Psikostazi’deki terazi bu tradisyonda Abatur’un terazisi olarak adlandırılır.(Abatur'un eski Mısır'daki çakal başlı Anubis'in bir versiyonu olduğu ileri sürülür.)


8 Kasım 2015 Pazar

NUH TUFANINDA BOĞULMAYAN DEV AVC b. UNUK





NUH TUFANINDA BOĞULMAYAN DEV


Hud suresinin 44. ayetinin tefsirinde şu haber nakledilir:

Rivayete re, Avc b. Unukdan başka herkes Nuh Tufanında boğuldu. Bu dev çok uzundu. Tufanda su ancak beline ulaşabildi. Bundan dola Tufanda bu dev ölmedi. Boğulmamasının bir sebebi de, Nuha gemi yapımı için hint ardıcı ağacının kerestesini Şamdan bu dev getirmişti. Gemi yapımında Nuha yardımcı olduğu için Allah onu kurtardı (32).



Masallara konu olacak çapta tarif ve tasvir edilen Avc b. Unukla ilgili haberler israiliyattan olduğu gibi Kuranın nasna da aykırıdır (33). Nuh(as)un lu ölür de, Avc b. Unk nasıl ölmez(34). Üstelik Nuh(as): Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma(35) diye dua etmiş, bunun üzerine de Cenab-ı Allah da: Hepsini helak ettik” buyurmtur (36).
 

Zira on iki temsilci veya casustan (nakîb) z eden 5/Mâide 12. ayeti, İsrailulları Ceberut kavmin yurdu olan Eriha’ya yaklaşınca Musa on iki nakîbi casusluk yapmak ve sözü edilen kavim hakkında bilgi toplamak üzere görevlendirdi. Derken, onların karşısına ceberut kavme mensup Avc b. Unuk adında bir adam çıktı. Bu adamın boyu üç bin üç yüz otuz üç zira idi. Başı bulutlara değiyor ve bulutlardan su içiyordu. Denizin derinliklerindeki balıkları yakayor, onları güneşe doğru kaldırmak suretiyle kızar
yor ve sonra da yiyordu. 


12 - Allah, İsrailoğularından söz almıştı. İçlerinden on iki müfettiş göndermiştik... Allah şöyle demişti: " Ben, muhakkak sizinle beraberim. Namazı dosdoğru kıldığınız, zekatı verdiğiniz, peygamberlerime iman ettiğiniz ve onlara yardımda bulunduğunuz, (mallarınızı) Allah yolunda güzelce sarfettiğiniz takdirde, günahlarınızı mutlaka örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere korum. Fakat sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, dosdoğru yoldan sapmış olur.
13- Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever.
14- "Biz hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de onların arasına, kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık soktuk. Allah, ne yapmış olduklarını onlara - elbette- haber verecektir.
12- Bir zamanlar Allah, İsrailoğulları'ndan da söz almıştı. Ve onlardan on iki nakib (müfettiş) göndermiştik. Birinci cümlede "Allah", ikincide " biz" diye gıyabdan tekellüme iltifat (dönme), büyüklük ve ululuğun ortaya konması veya nakibleri Hz. Musa aracılığıyla gönderdiğine işaret içindir.
Nakib, teftiş mânâsına dan veya mânâsına olarak vezninde müfettiş veya teftiş veya tecrübe olunmuş emin (inanılır) ve itimad olunur mânâsına olup bir kavmin durumlarını bilen ve işlerine güçlerine kefil olan amir ve eminlerine söylenir ki, reis (başkan) den başkadır, gibi. Zeccac'ın beyanına göre bu kelimenin aslı, geniş delik demek olan den olduğu için bizim "kulağı delik" deyiminden anladığımız "sırlara âşina olma" mânâsını içine alan bir anlam vardır. İsrailoğulları on iki sıbt (torun) olduklarından, her sıbttan bir nakib gönderilmiştir. Mücahid, Kelbî ve Suddî demişlerdir ki, bu nakibler, Musa (a.s.)'ın harp ile görevlendirilmiş olduğu Cebbarlar şehrine gidip durumlarını öğrenmek ve dönüp peygamberleri Musa'ya haber vermek için gönderilmişlerdi. Gittiler, birtakım büyük cisimler ve bir kuvvet, heybet gördüler ve korktular, döndüler; gelir gelmez de kavimlerine söylediler, bildirdiler. Halbuki Musa (a.s.) onları söylemekten yasaklamıştı. Fakat sözlerinde durmadılar, caydılar. Yalnız Yehudâ sıbtından Kaleb b. Yufenna ile, Efrâim b. Yusuf sıbtından Yuşa b Nun sözlerinde durdular ki, ileride gelecek olan "Allah'tan korkanlardan iki adam dedi" (Mâide 5/23) âyeti bunlar hakkındadır.
Rivayet edildiğine göre Firavun'un suda boğulmasından sonra Allah Teâlâ İsrailoğulları'na Şam topraklarında Kenanlıların zalimlerinin oturdukları Eriha'ya gitmelerini emretmiş ve "Ben, burayı size vatan ve karargâh olmak üzere yazdım. Gidiniz içindekilerle savaş ediniz, yardımcınız benim" demiş. Hz. Musa'ya da verilen emirlerin yerine getirilmesi için, her sıbttan kavmine kefil olacak bir nakib ve emin seçmesini emretmişti. Hz. Musa nakibleri seçti ve İsrailoğulları'ndan söz aldı, nakibler bunlara kefil oldular ve bu şekilde hep birlikte hareket ettiler. Kenan topraklarına yaklaştıkları zaman nakibleri, anıldığı üzere, teftiş ve gizli şeyleri öğrenmeleri için gönderdi.
Ve Allah İsrailoğulları'na demişti ki: ben sizinle beraberim. Yani ilmimle, kudretimle yanınızda hazırım, emin olunuz sizi başarılı kılacağım. Şöyle ki: Eğer siz namazı doğru bir şekilde kılarsanız, ve zekatı verir, ve bütün peygamberlerime inanır, ve onları müdafaa ederseniz -"Ta'zir"in aslı kötülüğü defedecek bir iş yapmaktır. Kabahatli kimselere yapılan yola getirme ve terbiyeye ta'zir denilmesi de kötülükleri yasaklama ve iyilikleri savunma olması bakımındandır.- Bunlardan başka bir de Allah'a karz-ı hasen (borç verme) ile borç verirsiniz. Yani farz vergi olan zekatdan başka sırf kendi arzunuzla Allah için sadakalar, yardımlar verir ve verdiklerinizin mükafat ve karşılığı Allah tarafından muhakkak ödeneceğine inanmakla beraber, onu bugün dünyada almak ve görmek sevdasında bulunmaz ve ahiret sevabını ve sırf Allah'ın rızasını düşünerek verirseniz; işte namazı kılma, zekatı verme, bütün peygamberlere iman, bunları düşmanlara karşı savunma, Allah'a borç verme, bu beş şeyi yaptığınız takdirde muhakkak ve muhakkak tarafınızdan günahlarınızı örteceğim ve mutlaka sizi altlarından, ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bundan sonra, yani bu söz almadan ve bu şart ve tekit edilmiş vaadden sonra her kim de kâfirlik eder, peygamberlerin hepsine iman etmezse, açık yolun ortasında göz göre göre sapmış, hiçbir mazeret kabul etmiyecek çirkin bir hata yapmış, açıktan açığa en büyük tehlikelere atılmış olur. Şu halde bundan önce küfredenler hakkında bir mazeret kuruntusu olsa bile bundan sonrakiler için böyle bir şey bahis konusu olamaz. İşte İsrailoğulları vaktiyle böyle irşad edilmiş ve bu şartlar altında böyle sağlam ve tekit edilmiş bir sözleşmeye bağlanmış idi, fakat bozdular.
13-Şu halde başka bir sebeple değil, ancak sözleşmelerini bozduklarından dolayıdır ki biz de onları lanetledik
Bu lanetin tefsirinde üç şekil zikredilmiştir: Ata'nın açıklamasına göre, rahmetimizden kovduk ve uzaklaştırdık demektir ki, asıl mefhumu ve detaylı mânâsıdır. Hasen ve Mukatil: "çevirdik, şekillerini maymunlara ve domuzlara çevirdik" demek olduğunu söylemişler. İbnü Abbas hazretleri de: "Rezil ettik, üzerlerine cizyeleri, ağır vergileri bastırdık" diye tefsir etmiştir ki, misal ile açıklamaktır.
Özetle sırf sözleşmeyi bozmak yüzündendir ki, başlarına felaketler yağdırdık. ve kalplerini kasvet içerisinde bıraktık, ne söylense duymaz, hak ve adalet tanımaz, haksızlık ve zulümden kaçınmaz, Allah'dan korkmaz, ümitsizlikten kurtulmaz bir hale getirdik. Hamze ve Kisaî kırâetlerinde "ya"nın şeddesiyle ve "elif"siz olarak okunur ki, kalp veya hileli akçe (para) demektir. Yani kalblerini kalp para gibi bozuk ve düşkün bir hale getirdik. Bunun için kelimeleri yerlerinden değiştirerek bozarlar. Kelimeleri şuraya buraya çekerek kelâmı (sözü) değiştirirler. Bu onların öyle bir âdeti olmuştur ki, diğerleri bir yana, Allah'ın kelâmını ve arzularına uymayan ilâhî hükümleri bozar ve değiştirirler. Nitekim Tevrat'taki "recm" âyetini reisler hakkında "tahmim" yani "kömürle yüz karalamak" diye yorumlamaya kalkışmışlardı. Fırsat bulunca kelimeleri de başkalaştırırlar. Fakat çoğunlukla buna imkan bulamadıklarından dolayı bozgunculuklarını, kötü yorum ile yaparlar. Allah'ın kelâmını bozmaktan daha büyük bir kalb katılığı da düşünülmez. (Nisâ sûresindeki "Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" (Nisâ, 4/46 âyetine bak.)
Yine kalblerinin katıldığından ve bozukluğundan dolayı hatırlatıldıkarı ve ihtar olundukları şeylerden en mühim bir kısmını da unuttular, Diğer bir mânâ ile, hatırlatıldıkları, belletildikleri şeylerin bir kısmından tad almayı, faydalanmayı unuttular, hatırlarına getirmez veya getiremez oldular ki, peygamberlerin sonuncusu olan peygamberimize iman bu cümledendir. Ey Muhammed, sen de bunlardan daima bir hiyanete muttali olur durursun. Yani bunların âdetleri budur. Geçmişleri, peygamberlere sözleşmeyi bozmak ve öldürmek ile hiyanet edegeldikleri gibi, sonra gelenleri de sana hainlik eder dururlar, sözleşmelerini bozarlar, düşmanlarına yardımda bulunurlar, seni öldürmeye ve zehirlemeye teşebbüs etmek isterler. Ancak birazı müstesna. Ki çoğunluğun açıklamasına göre bunlar iman etmiş olanlardır. Bununla beraber denilmiş ki, bu azlığın küfür üzere kalmış olmakla beraber, siyasi açıdan yaptıkları sözleşmede duran ve hainlik etmeyenler olması da muhtemeldir. Bu kadar kötülüklerin ve hainliklerin sayılmasından sonra bunlara hiç emân vermeyiniz. Hemen mahvediniz ve yok ediniz tarzında bir emir verilecek gibi gelirken bakınız ne buyuruluyor:
Şimdi ey Muhammed, sen bunlardan geçmişteki hainliklerini affet. Onlara aldırma, geçmişi Allah'a bırak ve geleceğe bak. Çünkü "muhakkak Allah iyilik yapanları sever". Affetmek ve aldırmamak da ihsan (iyilik yapma) dır. Sen ise büyük ahlâk, güzel ahlâk ile gönderilmişsin. Bu affetme ve aldırmama emrinin, müstesna olan az kimselere mi, yoksa diğerlerine de mi ait olduğu bahis konusu olmuştur. Bazı tefsirciler müstesnaya ait olduğunu, yani Hz. Peygamber'e iman edenlerin geçmişteki günahlarına veya iman etmemekle beraber sözünde duranların ufak tefek kusurlarına aldırmayıp affetmeyi emrettiğini söylemişlerdir. Fakat bunun böyle hainlikten istisna edilmiş olanlara bağlanması lafız itibarıyla yakın olmakla beraber, mânâ yönüyle kusurlu ve açık değildir. Doğrusu burada bu âyetin inmesinden önce vaki olan hainliklere ait olmak üzere, hainlere ibare ile ve müstesnalara öncelikle ve delaletle olmak üzere hepsine karşı genel bir af ve aldırmama emredilmiş ve bu şekilde âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber'e önce el uzatmak isteyen hainlere karşı bile kin ve intikam hissinden uzak olarak adaletten başka güzel ahlâk ile muamele etmesi emredilmiştir. Affın, genelde vaki olan suça sarfedilmiş olacağı malumdur. Bununla beraber bunlarda hainliğin devam edip duracağı açıklandıktan sonra "onları affet" buyurulması, bu affın geleceğe de bir ilişkisine işaretten uzak değildir. Ve işte tefsircileri düşündüren de bu nokta olmuştur. Fakat bu yönle affetme ve aldırmamanın bütün gelecekte her suça ve hatta her hainliğe umum ve şümulünü (kapsamını) ifade eden hiçbir kayıt yoktur. Nihayet bununla her hainliğin cezalandırılmasının vacib olmadığı ve bazılarının affı caiz ve hatta mendub olduğu anlaşılır. Çünkü mutlak emir esasen ne umum ifade eder, ne de tekrar. Şu halde burada yahudilerin bu kadar cinayetlerden sonra muhakkak cezalandırılmaları gerekir gibi bir zan defedilmiş ve İslâm dininin musamahası gösterilmiştir. Şu halde mânânın özeti: "geçmişi affet, gelecekte de her hainliği cezalandırma taraftarı olma" demek olur. Katâde bunun Berâe (Tevbe) sûresindeki "Allah'a inanmayanlarla savaşın" (Tevbe, 9/29) âyetiyle, bazıları seyf (kılıç) âyeti ile, bazıları da Enfal sûresindeki, "Bir kavmin, (sözleşmeye) hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde onlara at, çünkü Allah hainleri sevmez." (Enfal, 8/58) âyetiyle hükmünün kaldırılmış olduğunu söylemişlerdir. Fakat "geçmişte ve gelecekte yahudilerin hiçbir hainliğini, hiçbir suçunu cezalandırma" demek olmadığı gibi; savaş ve öldürme emirleri de, "hiçbir af yapma" demek olmadığından, bunlarla nesih sözü çoğunluk katında bâtıldır. Ancak yukarda geçen (Enfal, 8/58) âyeti dikkat çekicidir. Fakat yerinde görüleceği üzere bunu da neshin affı değil, belki buradaki özetlemeyi bir açıklama olarak kabul etmek gerekir. Çünkü nebz (atma) emri bile bir izindir. Ve ondan sonra vuku bulacak tevbe ve müracaatın kabulü de yasak değildir.
14- İsrailoğulları böyle olduğu gibi "biz hıristiyanlarız" diyenlerden, kendilerine "hıristiyan" adı veren, hıristiyan oldukları iddiasında bulunan hıristiyanlardan da biz öylece söz almıştık. Bunlar da İncil gereğince Allah'a ve peygamberlerine iman edecekler, Tevrat ve diğer Allah'dan inen kitaplar ile amel edeceklerdi ki, bu arada hak ruh olan Hatemü'l- Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Resulullah Efendimiz de -özellikle- dahil idi. Fakat çok geçmeden bunlar da sözlerinden, kendilerine anılıp hatırlatılan şeylerden mühim bir kısmını, en çok haz ve nasib alacakları esaslı noktaları terkedip unuttular, anlaşmalarını bozdular, bu cümleden olarak Allah'ı birlemek (tevhid) ve hak ruh olan son Peygamber'e iman bu aradadır. Unuttuklarından biz de aralarında kıyamete kadar kin ve düşmanlığı kışkırttık. Birbirlerini küfre nisbet edip kin ve nefret saçtılar, birbirlerinin kanlarını döktüler, kıyamete kadar da dökeceklerdir, ne yaptıklarını, ne sanat işlediklerini de Allah ileride kendilerine haber verecektir. O zaman sanatlarının cezasını görecekler, acısını tadacaklar, ne yaptıklarını anlayacaklardır. Bu cümle, şiddetli bir azab ile korkutma ve tehdittir. Nitekim dilimizde de: "Ben sana bu yaptığını anlatırım" demek, şiddetli bir tehdit ifade eder. "Allah" isminin açıkça geçmesi de büyüklük terbiyesi içindir. Yaptıklarına "sanat" denilmesi de iki nükteyi içerir ki, önce bunların bu kötü işlerde becerikli olduğunu, andlaşmayı bozmayı, kitabı ihmal etmeyi, kin ve düşmanlık saçmayı ve daha birtakım kötülükleri sanat edindiklerini bildirir. İkinci olarak, bunların sanayi ile öğündüklerine işaret ederek, yahudilerin ticaret sevdasıyla dini, Allah'ı ve ahireti unutmaları çoğunlukla ticarette zarar ve ziyan ile tasvir olunduğu gibi; bunların da sanat sevdasıyla Allah'ı, peygamberi, din ve diyaneti unutmaları zararlı bir sanat olarak tasvir edilmiştir.
Azab etme ve cezalandırmanın "haber verir" diye "tenbie", yani haber verme ve bildirme ile ifade edilmesi de bunların yaptıkları kötü, işlerin ahirete ait neticeleriyle hakikatinden "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler" (Rum, 30/7) âyeti gereğince gafil bulunduklarına ve başlarına kıyamet kopmadan fenalıklarını anlamayacaklarına işaret eder. Bütün bunlarla beraber bu cümlede, gelecekteki hitaplar ve beyanları destekleyici bir söz ve hazırlama mânâsı da vardır. Zira bu arada yaptıklarının bazıları haber verilecektir. Bunun için bu noktada her iki kitap ehline hitabı yöneltmek ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
15 - Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.
16 - Allah o kitabla rızasına uygun hareket edenleri selamet yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder.
17- Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır. (Onlara) de ki: " Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek istese O'na kim engel olabilir? " Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, her şeye kadirdir.
18- Yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: " O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?" Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.
19- Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada size Resulümüz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamet gününde): "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah, her şeye kadirdir.
15-16- Ey Kitap ehli, ey Tevrat ve İncil ile kendilerinden söz alınmış yahudi ve hıristiyanlar! Muhakkak kitaplarınızda özel vasıfları anılarak vaad edilmiş ve müjdelenmiş olan Resûlümüz Muhammed aleyhisselam size geldi. O mensup olduğunuz kitabın içeriğinden gizlemekte olduğunuz, haz almayı unuttuğunuz şeylerin birçoğunu size açıkça beyan ediyor, bir çoğundan da affediyor yüzünüze vurmuyor. Açıkladıkları kaçınılmaz olan dinî esasları içerdiği, dolayısıyla diğerlerinden müstağni olduğu için, onları dikkatinize havale ediyor ve dinî bir zaruret bulunmadıkça sizi teşhir ve zelil etmek istemiyor. Şimdi size Allah'tan her türlü şek ve sapıklık zulmetleri (karanlıkları)ni yok eden bir nur ve i'cazlı bir beyan ile doğru yolu açıklayan bir kitab-ı mübin -yani Kur'ân- geldi ki, Allah bununla rızası arkasında giden, yani Allah'a iman ile rızasını arayan kimseleri selamet yollarına ( = es-Selam, Allah'ın güzel isimlerinden olduğuna göre) Allah yollarına hidayet eder, doğrultur, ve onları izin ve kolaylaştırmasıyla karanlıklardan nura, (cehâlet, küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden tevhidin yakîn nuruna) çıkarır. Bunları doğru bir yola, dosdoğru bir caddeye, hak bir kanuna götürür ki, artık bundan sonrası selamet ve kurtuluşun kendisidir. Bu caddeden sapmaksızın gidenler doğruca giderler, Allah'ın rızasına ererler. "Nimet verdiğin kimselerin yoluna, kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" (Fatiha, 1/6-7)
Görülüyor ki burada önce yahudi ve hıristiyanların kitaplarında türlü türlü yorumlar, bozmalar ile gizlemeye uğraştıkları Resulullah'ın peygamberliği meselesi kendilerine açıktan haber verilerek hepsi doğru yola davet edilmiş ve bunların yaptıkları işlerde Allah'ın rızasını hesaba katmadıkları ve selameti nur ve açıklıkta ve doğrulukta değil, karanlıklarda, sapa ve eğri yollarda aradıklarına da işaret edilmiştir. Bu ise Allah'a imansızlıktan doğduğu için bu arada özellikle Allah'ın birliğini, birleşme davasıyla gizleyenlerin küfürleri pek açık bir şekilde anlatılmak ve cüz'i aklı bulunup hitaba değer olabilecek hiç kimsenin böyle apaçık bir küfrü benimseyemeyeceği de anlatılmak üzere hitaptan gıyaba geçilerek buyuruluyor ki:
17-*} "Allah, o Meryem'in oğlu Mesih'dir" diyenler yemin olsun ki şüphesiz küfrettiler. Burada bunu kimlerin söylediği açıklanmıyor. Fakat bunların, "yahudi değil ancak hıristiyanız" diyenler arasında bulunacağı açıktır. Hırıstiyanların bunu inkâr ettikleri nakledilmiştir. Gerçekte genel de teslis (üçlü ilâh)e kani olan hıristiyanların böyle tek başına birlik isnadını inkâr etmesi lazım gelir gibi de görünür. Bunun için bazı tefsirciler, bu söz hıristiyanların arasında ittihadı benimseyen belirsiz bir kısmın mezhebi bulunduğunu, bazısı ise bu âyetin "Yakubiyye mezhebi", gelecek olan "Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır" (Mâide, 5/73) âyetinin de Keldaniyye mezhebi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Diğer tahkik (kritik)çi tefsirciler ise, "hıristiyanlarız" diyenlerin hepsinin mezheplerinin, açıkça olmasa bile benimseme açısından böyle olduğunu anlatmışlardır. Çünkü bunlar genellikle Mesih'e ilâh (tanrı) dedikleri gibi, "eb (baba), oğul, ruh, üç ilâh, bir ilâhtır. Uluhiyet (Allahlık) cevheri birdir" diye, üçlü inanma altında bir de tevhid (tek ilâh inancı) iddia ettiklerinden, gerçekte "Allah, Mesih'ten ibarettir" demiş oluyorlar. Gerçekte hıristiyanların üçlü inanışının iki yüzü vardır ki, birisi şirk, birisi birliktir. Şirk ile azarlandıkları zaman tevhid yüzünden görünürler, ittihad ile muâheze edildikleri zaman da; " biz üç diyoruz" derler. Hıristiyanlar, baba, oğul, ruhul-kudüs diye ayırdıkları üç ilâhı, bir Allah olmak üzere birleştirdikleri zaman bu birlikte Mesih'i kastederler. Baba ve Ruhu'l-kudüs'ün oğulda cesetlendiğini düşünürler ki, işte "Allah, Meryemoğlu Mesih'ten ibaret" dedikleri budur. Küfür olması için " Mesih, ilâhtır" demek bile yeterli olduğunda, şüphe yok ise de, böyle demek, "Mesih, ilâhtır" veya "Allah, Mesih'tir" demenin aynı olmadığı için buna hıristiyan mezheplerinin hangisinin açık ve hangisinin gizli bir şekilde temas edeceğini biraz düşünelim:
Birincisi: "Allah" bir özel isim olduğu gibi, Meryemoğlu Mesih isminin de bir şahsı ifade eden bir özel isim olduğu açıktır. Bunun için "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'dir" demek, Allah ile Mesih arasında, "Mesih İsadır" demek gibi tam bir şahsî birliği iddia etmektir. Ve böyle diyenler Mesih'i ancak lahut (Allah)tan ibaret bir şahsî hüviyet farzetmiş olurlar. Ve Meryem'in oğlu olan bir insanî şahıstan insanlığı uzaklaştırıp, onu yalnız Allah olarak almış olurlar. Bu şekilde, "Allah, Mesih'tir" demek, "Mesih Allah'tır" demenin aynıdır. Mantık bakımından birisi diğerine "aks" olur.
İkincisi, resmî hıristiyanların iddia ettikleri gibi Mesih'in Allah'tan başka insanlık tarafı bulunduğu, Mesih'in hem tam bir ilâh, hem de tam bir insan ve hatta küllî bir insan olduğu tasavvur edildiğine göre anılan söz: "Allah bir insandır veya bir çeşit insandır" demek gibi bir cüz'i birliği veya hulûl (başka cisme girme) iddia etmek olur. Bu takdirde, "Allah, Meryem'in oğlu Mesihtir" sözü, " Mesih aynen Allah"tır" demek olmasa da "Mesih'in bir kısmı: bir cüz'ü Allah'tır, Mesih'in dışında Allah yoktur; fakat Mesih'te Allah'tan başka bir şey de bulunabilir" demek olur.
Mesih hakkında bütün hıristiyanların inancı üç mezhebe ayrılmıştır: Bir kısımı Mesih'de ancak bir tabiat, diğer kısmı iki tabiat tasavvur ederler. Bir tabiat tasavvur edenlerin bazısı yalnız beşer demiş, diğer bazısı da yalnız Allah olduğunu iddia etmiştir. Birisine göre Mesih ilâh değil, ancak bir insandır. Diğerine göre de insan değil, ancak bir ilâhtır. Diğerleri ise Mesih'te biri Allah, biri insan iki tabiat var demişler ve bu beşerî oluşun küllî veya cüz'î olup olmadığından da bahsetmişlerdir. Başlangıçta İskenderiye papazlarından olup Aryan mezhebinin sahibi olan Aryos ve taraftarları gerçekten muvahhid (Allah'ı birleyen) idiler. Bunlar İsa (a.s.)'ın bir kelimetullah (Allah'ın kelimesi) olduğunu ve fakat Allah'ın aşağısında olup mahluk (yaratılmış) olduğunu ve Hz. İsa'nın bir ilâh değil yaratılmış olgun bir insan olduğunu benimsiyorlardı. Aryos Hıristiyanlığı ilk kabul eden İstanbul'un kurucusu I. Konstantinin zamanında idi. Konstantin kendisi ve birkaç halefi bu mezhepte bulunuyorlardı. Hıristiyanlığın resmen ortaya çıkmasından daha önce Antakya patriği olan Şemşat'lı Pols ve buna uyanlar da gerçekten tevhid ehli idiler. Bu zat, "İsa (a.s.) diğer peygamberler gibi Allah'ın kulu ve resulüdür. Allah onu Meryem'in rahminde eşkalsiz yaratmıştır. Hz. İsa bir insandır, onda ilâhlık yoktur. Kelime nedir, Ruhu'l-kudüs nedir, bilmem" diyordu. Aynı şekilde hıristiyanlığın resmen ortaya çıkışından sonra I. Kostantin'in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul patriği bulunan Makdonyos da yalnız tevhidi kabul ediyor Hz. İsa yaratılmış bir kul, bir insandır, diğer peygamberler gibi bir nebi ve Allah'ın resulüdür, İsa Ruhu'l-kudüs ve Allah'ın bir kelimesidir, fakat Ruhu'l-kudüs ve kelime mahlukturlar" diyordu. Bütün bu mezhepler, bir Allah tanıyor ve Hz. İsa'da yalnız bir ilâh durumu görüyorlardı ki, asıl "Apostolik" yani "Havari mezhebi" sayılması gereken Hıristiyanlık inancının da böyle olması gerekirdi. Âyetin bu mezheplerle ilgisi yoktur. Fakat yine I. Konstantin zamanında (M.325) tarihinde İznik'te toplanan ilk konsilde (Hıristiyan ruhani meclisinde) iki bin kırksekiz piskopos toplanıp içlerinden -Aryos hariç bırakılmak ve onun aleyhinde birleşmek üzere- üçyüz onsekiz kişi seçilmiş ve bunlar İskenderiye patriğinin başkanlığı altında toplanarak Aryos'u kâfir ilan ederek ve teslis (üçlü inanç)i kabul edip ilk olarak Hıristiyanlık kanunlarını koymuşlardır. Bunların kabul ve yaydıkları inanç şu idi: "Biz herşeyin sahibi, görülenin görülmiyenin yapıcısı olan bir ilâh babaya ve bir oğula: bir Allah'ın bir oğlu, bütün yaratılmışların ilki ve yaratılmış değil babasının cevherinden bir hak ilâhtan bir hak ilâh, bütün âlemler ve her şey onun eliyle yaratılmış bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten inmiş ve Ruhu'l-Kudüsten cesetlenip bakire Meryem'den doğmuş ve Filatos zamanında asılıp defnedilmiş olan ve sonra üçüncü gün kalkıp göğe çıkan ve babasının sağında oturan ve ölülerle diriler arasında hüküm vermek için bir kere daha gelmeye hazır bulunan Yesu Mesih'e iman ederiz. Bir de Ruhu'l-kudüse, babasından çıkacak olan hak ruha ve günahları affetmek için bir vaftize (ma'mudiyeye) ve katolik, kutsal bir Mesih cemaatine ve bedenlerimizin dirileceğine ve sonsuz daimî hayata da iman ederiz ve 'bir zaman var idi ki Allah'ın oğlu yoktu' diyenlerle 'Allah'ın oğlu kendisiyle tek cevher değildir' diyenlerin Katolik kilisesi tarafından kâfir ilan olunacaklarını beyan ederiz." demişler ve artık bu "Mukarrerat mezhebi" resmen ilan edilmiş idi.
Görülüyor ki bunlar, ilk iman kısmında önce Allah'ı Mesih'ten başka gibi gösterdikleri halde, ikinci Yesu hakkında: "babasının cevherinden, bir hak ilâhtan bir hak ilâh" diye üç aslı (ekanim-i teslisi) toplayıp üçünü de ilâhlıkta baba cevherinde birleştirmişler, sonra da Mesih'i bulup Allah'ın sağ tarafına yani üstüne oturtmuşlardır ki, bunun: "Allah'ı makamından indirmek ve gerçekten Allah Mesih'ten ibarettir" demek olduğu açıktır.
Sonra bunların ikinci iman kısmında Ruh'ul-kudüs'ü: "babasından çıkacak olan hak ruh" diye vasıflandırıp ve tefsir ederek ayırmaları da dikkate şayandır. Doğrusu bununla geçmiş kitaplardaki son peygamber müjdesini tesbit etmişlerdir. Çünkü bu kısım özellikle İncil'deki "Ben gideceğim ve size benden sonra kendi nefsinden söylemeyen Farıklit, hak ruh gelecek ve herşeyi öğretecek ve benim söylediğim şeyleri de size hatırlatacaktır." diye Hz. İsa'nın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği ahir zaman peygamberine ait olduğu çok açıktır. Burada Ruhu'l-kudüs'ün, "hak ruh" diye tefsir edilmesi ve bunun o zaman henüz gönderilmiş olmayıp ileride Allah tarafından geleceğini anlatmak üzere hıristiyanların deyişiyle" babasından çıkacak olan" diye vasıflandırılması ve bir de Hz. İsa'nın bir daha gelmesi meselesinden sonra bunun ayrıca açıklanmış olması tamamen gösterir ki, bu Ruhu'l-kudüs'ten maksat, ilk defa İsa'nın kendisinden cesetlendiği söylenen Ruhu'l-kudüsün aynı değil, sonradan Allah'tan gelecek olan ruhu'l-hak (hak ruh) ile tefsir edilmiş bir Ruhu'l-kudüs'-tür. Bundan da doğrudan doğruya son peygambere iman kasdedilmiş bulunduğu açıktır. O zaman İznik Konsili henüz Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmesi karşısında bulunmadığından bunu kendi terimlerine göre kitaplarından bir gelecek müjde olarak özetlemişler ve belli bir niyete tabi olmamışlardır. Gerçekte geçmiş kitaplarda Allah'tan geleceği vaad edilen o hak ruh, bu karardan üç asır sonra Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmesi ile gelmiş ve Allah tarafından hitabıyla Kitap ehline bu gerçeği hatırlatmış ve ihtar eylemiştir. İznik konsili, Mesih'e iman kısımında samimiyet (ihlas) ve açıklığı benimsemeyip "Onların aralarına düşmanlık soktuk." (Mâide, 5/14) âyetinin delaleti üzere, sırf Aryos ve Aryânileri küfre nisbet etmek için harekete geçmiş, İsa'nın hakikatinin yaratılmamış ve fakat Meryem'den doğmuş olmak gibi çelişkili birtakım vasıflarla vasıflandırmış ve ilâhî hakikat ile cevherde birleştirerek bir taraftan üçleme (teslis), bir taraftan birleme ve sonra Mesih'in Allah'a üstünlüğü davalarını içine alan batıl olduğu apaçık bir muamma ile hakkı örtmüş, bozmuş ve bu şekilde gelecek nesilleri için açık ve ortada olan gerçekleri inkâra vesile olacak bir münakaşa başlangıcı ve bir dalalet (sapıklık) muamması koymuş bulunduğundan; Allah ile peygamberi, mâlik ile mülkü, yaratan ile yaratılanı birbirine karıştıran bu sapıklık düğümü, gözleri, gönülleri, karartmış, Allah bilinmez olmuş, Allah'tan geleceğine iman edilen "Hak ruh" büsbütün unutulmuş, sonraki katolikler de "bunun oğuldan, yani Mesih'den çıkması şarttır" diye bir şart daha eklemiş; o ezeli müjde, o nur-i mübin (açık nur) parladığı ve "Biz O'nu Ruhu'l-kudüs ile te'yit ettik" (Bakara, 2/87) âyeti delaletince Hz. Mesih'i kudsiyetiyle tasdik ve teyit ederek bütün beşeriyete hak dini öğretmek ve Mesih'in davetini hakkıyla hatırlatıp düşündürdüğü ve yeryüzünde ilâhî melekûtu bütün âlemlere gönderdiği halde, "bu Hıristiyanlık içinden ve Hıristiyanlık kilisesinden çıkmadı" diye inkâra sapılmış ve hala sapılmaktadır. Sonraki hıristiyanlar doğruyu inkâr hususunda daha çok ifrata (aşırılığa) gitmiş olmakla beraber, bütün bunların sapıtma kaynağı İznik konsilinin bu çekişkili muamması olduğundan , "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibarettir" diyen birlik ve hulul (başka şeye girme) küfründen yalnız Panteistler, Monofozitler, Yakubiler değil, İznik konsilinden itibaren Melekanîler yani Katolik ve Ortadokslar da sorumludurlar.
Tefsirciler burada Hıristiyan mezheplerinden başlıca Melekâiyye, Nesturiyye ve Yakubiyye mezheplerini bahis konusu etmişlerdir. Çünkü bunlara çeşitli mezheplerin prensipleri nazarıyle bakılabilir. Şu halde gerçeği anlamak için bu mezheplere bir göz atmak gerekecektir:
MELKAİYYE YAHUT MELİKiYYE VEYA MELKİT MEZHEBİ: Esasen İbranî dilinden "melk" kelimesinden alınmış olup, "hükümdar fırkası" mânâsıyla Katolikliğe ve Ortadoksluğa verilmiş bir isimdir. Ve bugün Rum katoliklerine "Melkit" denilmektedir. Frenklerin "Larus" lugatında der ki: Melkit, Ötükenler tarafından katoliklere verilmiş bir isimdir. Ve o zamandan beri Grek ortadokslarında kalmıştır. Beşerel lugatında ise "M. 451 tarihinde toplanan dördüncü konsilin kararına tabi olanların ismidir ve bu isim o zaman Ötükenler tarafından Ortadokslara verilmiştir" denilir. IV. hicri asırda yetişmiş olan Endülüslü İbnü Hazm "Fisal" isimli eserinde demiştir ki : "Bugün Hıristiyan mezheplerinin başlıcaları Melekaniyye, Nestûriyye, Yakubiyye olmak üzere üçtür. Ve en büyükleri Melekâniyye fırkasıdır ki, Habeş ve Nube'den başka hıristiyan memleketlerinden her birinin bütün ahalisinin ve İslâm memleketlerinden Afrika, Sicilya ve Endülüs hıristiyanlarının hepsinin ve Şam hıristiyanlarının çoğunun mezhebidir". Ebu Hayyân da Endülüs hıristiyanlarının Melekâni olduğunu ve "Mesih Allah'tır" dediklerini söylüyor. İlk İznik konsilinden sonra Konstantin'in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul Patriği olan "Makdunyos", Aryos gibi Ruhu'l-kudüs ve kelimenin yararatılmış (mahlûk) olduğunu ve İsa'nın mahluk bir insan ve bir peygamber olduğunu açıklayarak tek tevhidi benimsemiş, II. Konstantin de bunu desteklemişti. Sonra büyük "Tedus" zamanında yüzelli piskoposun toplanmasıyla Konstantiniye'de ikinci konsilde bu Makdunyos ve taraftarları aforoz edilmiş ve Aryosî'lerden sonra Makdunîler de kaldırılmış mezheplerden olmuştur. Bundan sonra Ermenistan'ın istiklalini kazandığı küçük Tedus "Teodosios" zamanında (M. 428) İstanbul patriklerinden "Nestoryos" Allah Teâlâ'nın tek olup baba, oğul, Ruhu'l-kudüs ,yani vücud, ilim, hayat üç esası bulunduğunu ve Ekanim-i Selase (üç asıl) Allah'ın zatı üzere ne fazla, ne de "o odur" şeklinde aynı olmadığını; Hz.İsa'da biri ruhanî ve ilâhî, biri de cismanî ve ilâhî iki şahsiyet bulunduğunu, Meryem'den doğan ancak insan olup, ilâhın ancak ilâhdan doğduğunu ; kelimenin İsa'nın cesedi ile birleşmesi Melkâniye'nin dediği gibi uyuşma ve zırhlanma suretiyle olmayıp güneşin pencereye veya bardağa doğması gibi doğmak suretiyle olduğunu kabul etmiştir. Bu şekilde Nesturiyye mezhebi kurulmuş olduğundan Efsus (Efes- Ayasluğ) şehrinde ikiyüz piskopostan ibaret üçüncü konsil toplanıp bunu aforozla lanetleyerek sürmüşler (M.431), böylece Nestûrîlik de kaldırılmış mezheplerden olmuştur. Fakat Nestoryos durmamış, Yukarı Mısır'a gitmiş, mezhebini yaymış ve tabileri çoğalıp muhalifleriyle harp ve öldürme vaki olmuş ve bir zaman bu mezhep sönmüş; sonra Nusaybin Matranı "Bersuma" tarafından tekrar diriltilmiş, Musul, Irak, Faris (İran) ve Horasan hıristiyanlarına galip gelmiş olup bugün Musul ve civarında mevcuttur. Nestoriliğe karşı mücadele ederken İstanbul patriklerinden "Ötükes" tersine, Hz. İsa'da ilâhtan ibaret olmak üzere ancak bir tabiat bulunduğunu ve cesetlenmesinden itibaren ilâhın beşeri yutmuş olduğunu ve şu halde öldürme ve asmanın ilâha taalluk ettiğini iddia etmiş ve bu şekilde Frenklerin "Monofizit veya Monofizim" dedikleri "şahsî birlik" mezhebi ortaya çıkmış bulunduğundan, geçmişte anılan küçük Teodosios'un halefi Merkıyan zamanında (M.451) İstanbul'da Kadıköy'de üçyüz otuz piskoposdan ibaret dördüncü konsil Ötüken aleyhinde toplanmış, fakat bu toplantıda Yakubîler çıkıp muhalefette bulunmuş, konsilin kararını benimseyen çoğunluk mezhebine muhalifleri, Melkit adını vermişler. Bundan sonra Yâkubilik de hayli yayılmış, Merkiye'nin halefi büyük Liyon'dan sonra küçük Liyon, ondan sonra Zenun, ondan sonra Nestas hep Yakubi mezhebinde imişler. Sonra Yustin hükümete geçince Yâkubilerden pek çoğunu öldürmüş, daha sonra Yustanos zamanında da Mısır şehirlerinde Melekanîler arasında bir ihtilal ve öldürmeler olmuştur.
İş bu Yâkubiyye mezhebi, ilk önce İstanbul rahiplerinden olup Antakya Patriği olan Yakub Berdeai (Jakop Barada) ya mensubtur ki, Monofizitlerin en tutucusu sayılır. Şu halde bu mezheb bir çok Monofizit mezheplerinin esası demek olduğundan, hepsi bu ad altında düşünülebilir. Bunlar da ekânim-i selâse (üç esas)yi benimseyen ve üç konsil kararına tabi olmakla beraber, dördüncüye karşı çıkarak kelimenin, et ve kana dönüştüğünü ve dolayısıyla Allah'ın tamamen Mesih olduğunu, Mesih'in cesedinden görünen o ve hatta "o odur" tarzında aynı bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bir kısmı, "Mesih Allah'tır" diye açıkça ifade etmişler; bir kısmı, "İlâh insanlık ile ortaya çıkıp Mesih'in insanlığı hakkın mazharı oldu, fakat ne bir cüz'ün hulûlü, ne de sade bir sıfat hükmünde olan kelimenin birleşmesi yoluyla değil, belki aynı ve mesela meleğin insan şeklinde görünmesi gibi" demişlerdir. Çoğunluğu Mesih, tek cevher, tek esastır. Bununla beraber iki cevherdendir diye iddia etmişler, bazan cevher yerine "iki tabiattan bir tabiattır" deyimini kullanmışlar ve dolayısıyla kadim olan Allah'ın cevheriyle sonradan olan insanın cevherinin, nefis ile beden gibi birleşip bir cevher, bir esas olduklarını; ancak " ilâh insan oldu" denilemeyip, tersine "insan ilâh oldu" denileceğini söylemişler. Nitekim kömür ateşe atılır ve "kömür ateş oldu" denilir de, "ateş kömür oldu" denilmez. Gerçekte ise o ne mutlak ateş, ne mutlak kömür değil, bir kordur" demişler, kelimenin de insan-ı küllî ile değil, bir insan-ı cüz'î, yani bir şahıs ile tamamen birleştiğini söylemişler ve bununla beraber bu birleşmeye karışma ve zırhlanma, hulûl (karışma), değişme de demişler, fakat bu hulûlu suyun süte karışması gibi cüz'i hulûl ile değil, aynaya insan suretinin hululiyle temsil etmişlerdir.
Melkâîler ise Mesih'in insanlığının cüz'î ve şahsî değil, bir küllî insanlık olduğuna kânidirler. Ve bundan dolayıdır ki, papalarda ve azizlerde bundan bir hisse ile kudsiyet tasavvur etmektedirler. Endülüslü İbnü Hazm vaktiyle Yakubilerin Mısır'a bağlı yerlerde bulunduklarını, Nube'nin hepsi, Habeş'in hepsi ve her ikisinin kırallarının Yakûbî olduklarını söylemiştir. "Larus" ta diyor ki: "Monofizitler kuvvetli olarak teşekkül etmişlerdi ve bugün üç müstakil (bağımsız) kiliseye sahiptirler: "Ermeni kilisesi, Suriye Yakubiyye kilisesi, Mısır Kıpt kilisesi." İşte Katolikleri ve Ortadoksları içine alan Melkâniyye, bundan sonra Nesturiyye, bundan sonra da bütün Monofozistleri temsil etmek üzere Yakubbiye bu üç mezheb muvahhid (Allah'ı birleyen) Aryonîlerden yüz çevirerek diğer hıristiyan fırkalarının başlıca mezheplerini içine almaktadır ki, zamanımızda bilhassa protestanlığı da bu arada saymak gerekir. İslâm dininin ortaya çıkış ve tesiri üzerine II. hicrî asırdan (H. 145) itibaren kiliselerdeki Hz. İsa, Meryem, Havariler ve diğer başkanların resimlerine kulluk etmenin (ibadetin) puta tapıcılık olduğunu anlıyan ve müslümanların itirazından aciz kalmış olan hıristiyanlar içinde "İkonoklast" putkıranlar adıyla bir gurup ortaya çıkmış olduğu gibi, İstanbul'un müslümanlar tarafından fethi ve bu şekilde Doğu Roma'nın yıkılmasını takip eden hicrî IX. asrın sonlarında ve miladî XVI. asrın başlarında Almanya'da "Luter" adlı rahibin papalara karşı dini ve siyasi itirazlar ve neşriyatıyla başlayan ve "reform" denilen hareket ile protestanlık ortaya çıkmış ve ondokuzuncu konsil olan Latirant Sinodun'da aforoz edilmiş ve bundan sonra siyasî tesirler ile gelişerek birçok şubelere ayrılmış ve nihayet İsveç, Danimarka, Prusya, İngiltere, Amerika'da resmî mezhep olmuştur.
Hıristiyanlıkta "reform" denilen, dinî ve siyasî tahriklerden çıkan mezheplerin ve fırkaların tümüne Protestanlık denilir ki, bunların bir kısmı o zaman İncil ve akıl adına papaları protesto ederek Roma kilisesinden ayrılan katoliklerle kurulmuş, bir kısmı da bizzat protestan cemaatlerinin sinesinden türemiştir. Bu şekilde diğer hıristiyan fırkalarının toplamına eşit denecek kadar protestan fırkaları hasıl olmuştur. Başlıcaları Luteranizm, Kalvinizm, Presbiteranizm, Angilikanizm, Anabaptizm fırkalarıdır. Angilikanizm denilen İngiltere'nin resmi mezhebi katolikliğe en yakın mezheptir. Aralarındaki başlıca fark, İngilizlerin papayı tanımayıp, kralı amir ve hakim tanımaları, papazların bekarlığının İngiltere'de yasak oluşu, İncil'in tercemesiyle ayinin İngilizce yapılması hususlarından ibarettir. Kilisenin eski durumuyla ruhânî reislerin derece sıralaması tamamen bâkidir.
Bütün protestanların da üçlü inanç (teslis) ve Mesih'in ilâhlığı davasında Melkâîlerden yani katoliklerden farkı yoktur. Bunlar da onlar gibi üç esasa (ekânim-i selâse) ve Mesih'te iki tabiat ile ilâhlığın birleşmesine kanidirler. Genel şekilde farkları başlıca birkaç noktada özetlenmiştir:
Birincisi: Protestan kiliseleri Mürcie (günah işlemek insana zarar vermez diyen) dirler. Kurtuluş için inanmayı yeterli görürler ve amele pek önem vermezler. Bunlarca inanmanın ölçüsü, katoliklerde olduğu gibi papalar veya konsiller tarafından tayin ve tefsir edilen anane değil, ferdin akıl ve danışmasıyla inceleme ve tefsir yapılmak üzere kitaplar, yani "Ahd-i atik" denilen Tevrat ve ona dahil olanlar ile "Ahd-i cedid" denilen dört İncil ve ekleridir. Bunlar, hakimiyet ve selahiyeti Pasteur dedikleri "ruhani reisler heyetlerine" dağıtırlar. Ve bunların seçiminde başlıca bazı kimselere seçme selahiyeti vermek suretiyle kilise hükümetinde sadıklara da bir hisse bırakırlar. Şu halde ferdî akıl davası da mutlak değildir.
İkincisi: Protestanlıkta ruhbaniyet, yani papazların bekarlığı şartı kaldırılmıştır. Ve pek çok protestan kiliselerinde İsa'nın çarmıha gerilmiş bir resminden başka put bulundurulmaz.
Üçüncüsü: Protestanlar, günahın doğuştan ve takdirin ezelden olduğu inancını bütün şiddetiyle benimserler. Buna gerçi katolikler de kanidirler. Fakat protestanlar akla önem vermiş oldukları iddiasında bulundukları ve halbuki üçlü (teslis) inancı ve Mesih'in ilâhlığı ve bununla beraber Hz. İsa'nın asılması inancının akıl ile uyuşmadığı da açık bulunduğu için, bu noktada insanların doğuştan günahkâr olduğunu ve bu günahtan ancak üçlü ilâh ve İsa'nın asıldığına inanmakla kurtulmanın mümkün olacağını, bunun ise bir akıl işi değil, bir ezelî takdir ve Allah'ın yardımı işi olduğunu en esaslı bir inanç olarak benimsemişler ve bununla davayı kazanacaklarını sanmışlardır. Mutlak mânâda ezelî takdir inancı doğru olmakla beraber, genel olarak, günahın doğuştan oluşu davası insanları isyana sürüklemekten başka bir şey olmadığı gibi, sonra bunun tek affının çaresi üçlü ilâh ve asılma inancıyla mümkün olacağı iddiası da hak ve akıl ile alay etmekten başka bir şey değildir (Al-i İmran sûresine bak)
Protestanlıkta en çok hakim olan ruh, papaların nüfuzunu kırmak ve Roma kilisesinin hakimiyeti aklından çıkmak arzusu olmuştur. Gerçekte Hıristiyanlığın esasının İncil-i Şerif olması gerekirdi. Güya Katolik kilisesinin esası da bu idi. Fakat gerçekte eldeki İncillerinin ilk İznik konsiline kadar doğruluk ve sıhhatini temin edecek hiçbir ilmî vasıta yoktur. Önce bunların her biri bir zatın yazması olduğundan, nihayet bir tek kişinin haberinde sonuçlanıyordu. Eğer dört kişinin dördü de bir tabaka insanlarından olsalardı, dört İncil'in birleşmiş olduğu noktalar, dört râvînin haber vermesine dayanmış olabilirdi. Fakat bu bile henüz bir tevatür olabilmekten uzak idi. Halbuki bunlar içinde Havarilerden olarak yalnız "Yuhanna" (Senjan) vardır. Bunun ise kendisinden rivayeti sağlam olmadığı gibi, diğerlerinin de kimlerden almak suretiyle rivayet etmiş oldukları belli değildir. Şu halde ittifak ettikleri noktalarda da bir mertebede dört rivayetin birleşmesi yoktur. Sonra bunların ilk yazıldıkları dilin İbrânîce olduğunda, Yunanca, Latince ve diğer dillere önce bundan terceme ve nakledilmiş oluğunda - adeta- ittifak var demektir. Hatta İbnü Hazm bunda hiç ihtilaf olmadığını nakletmiştir. Halbuki mevcut tercemelerin en son Yunancaya dayandığı gösterilmektedir. Özetle eldeki dört İncil'in resmiyeti, yalnız İznik konsiline dayanmaktadır. Ve ondan önce bunların varlığını isbat edecek ilmi vesikalar kayıptır. Bunun için Hıristiyanlığın "mukaddes kitaplar" adına dayandığı İnciller, esas itibariyle Kur'ân-ı Kerim gibi bütün kırâet şekilleriyle kat'i ve mütevatiren sabit bir nass, bir kitab-ı mübin (açık kitap) olmak şöyle dursun; Müslümanlıkta metin ve senetleriyle rivayet ve dirayet bakımından cerh ve ta'dil edilerek tahric ve tenkıh (ayıklama) ve tesbit edilmiş olan hadis kitapları gibi sahih ve ilmî bir rivayet ananesine ve şahitliğine bile dayalı değildir. Eldeki İnciller'in bütün resmi vesikaları "authenticite"si Hz. İsa'dan tam üç asır sonra gelen ilk konsillerin kabullerine dayanır. Şu halde ilk konsillerin tam selahiyeti teslim edilmedikçe ne eldeki İncillerin inanç dayanağı olabilecek bir kıymeti kalır, ne de Hıristiyanlığın. Bunun için akla önem verdikleri iddiasında bulunan protestanların, hiçbir zaman akıl ile uyuşmadığı ittifakla sabit olan teslis (üçlü inanç) ananesinde ve Mesih'in tanrılığı davasındaki tutuculukları ve hatta Mesih'in tanrılığını inkâr ettiğinden dolayı "Mişel Serve" adındaki İspanyalı bir doktoru ateşle yakmaları bir rûhî sapıklık olduğu gibi, ananeyi ve konsillerin selahiyetlerini inkâr eden akılların sırf o anane ile sabit olan İncil tercemelerini sıhhatli, sağlam bir inanç delili gibi ileri sürmeleri de ondan daha garip bir fikrî çelişki oluşturur.
Netice itibariyle Aryos ve diğerleri gibi eski hıristiyanlar istisna edildikten sonra Katolik, Ortadoks, Nestûrî, Yakûbî, Protestan ve diğer hiçbir Hırıstiyan mezhebi yoktur ki inançlarının esasını teslis (üçlü ilâh inancı) teşkil etmesin ve Mesih'in tanrılığını kabul etmesin. Halbuki kendi lugatlarında teslis (üçleme), "seçkin üç şahsın ancak bir ilâh teşkil etmesidir" diye tarif edilmektedir. Şu halde bütün hıristiyanlar, baba, oğul, Ruhu'l-kudüs adıyla herbiri seçkin ve aynı derece eşit birer şahıs saydıkları üç esas (ekânim-i selâse)ın üçü birden Yesu Mesih'te bir ilâh oluşturduğuna ve "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibaret" olduğuna kanidirler. Ancak Mesih'te Allah'tan başka bir cevher, bir tabiat daha olup olmadığında, yani "Mesih Allah'tır" denilip denilmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Monofizitler, Yakubiler ona da kanidirler, diğerleri değildir. Ve bunun içindir ki, hıristiyanların çoğu mezheplerinin panteizm, yani "vahdet-i vücûd" teorisi olmadığını iddia ederler. Hatta Monofizitler bile Mesih'in cevherinin ve tanrılık cevherinin tek ve bir olduğuna kani olmakla beraber, mutlak cevher birliğini kabul etmediklerinden mezheplerini panteizmden ayrı tanımak isterler. Bununla beraber yine "hıristiyanız" diyenler içinde "vahdet-i vücud"u benimseyenler de vardır. "Metalib ve Mezâhib" adlı eserimizde Avrupa felsefe tarihlerinden nakledildiği üzere Pavlos'un zamanında yaşayanlardan olup Atina'da hıristiyanlığı yayarken idam edilen "Denis"in hıristiyanlıkta vahdet-i vücud mezhebinin kurucularından olduğu ve bunun birçok zamanlar gizli bir şekilde yayıla yayıla nihayet ondokuzuncu asırda protestanlık içinde Almanya'da resmi mezhep haline geçtiği açıklanmıştır. Demek olur ki âyet: "Muhakkak küfredenler, 'Meryem'in oğlu Mesih Allah'tır' demişlerdir" şeklinde olsaydı, hıristiyan mezheplerinin ancak bir kısmına ilişmiş bulunacaktı. Halbuki :
"Muhakkak küfredenler, 'Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir' dediler" buyurulmuş olmakla teslis (üçleme) iddia edenlerin hepsinin inançlarını içine almış ve burada bunların yalnız şirk ve çokluk ifade eden üçleme açısından değil, özellikle bunun altında iddia ettikleri tevhid bakımından kâfir oldukları açıklanmıştır. Teslis (üçleme) bakımından küfürleri Nisa sûresinde "Allah üçtür demeyin" (Nisâ, 4/171) âyeti ile açıklandığı gibi, ilerde "Küfredenler, 'Muhakkak Allah, üçün üçüncüsüdür' dediler" (Mâide, 5/73) âyetiyle de ikisi birden gösterilecektir. Ve her ne olursa olsun, "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenlerin kâfir olduklarında şüphe yoktur.
Ey Muhammed sen o kâfirlere de ki: Şimdi Allah, Meryem oğlu Mesih'i ve onun aslı olan anasını ve bunlar gibi bütün şu yeryüzünde bulunan kimselerin hepsini, ister azab etmek ister kurtarmak şeklinde olsun, helak ve yok etmek isterse, buna karşı Allah'tan yerde ve gökte kim bir şey kurtarmaya kâdir olabilir ki, tanrılıktan ufak bir hisseye sahip olsun? Şüphe yok ki, hiç bir kimse. Demek ki bütün bunlar, hakikatte yok olabilirler. O halde bunlardan biri olan Mesih'in şahsı veya nevi veya cinsi nasıl ilâh olabilir? Hepsinin yaratıcısı ve hakimi olan Allah devamlı sizin öldürüldüğünü ve asıldığını iddia ve bu şekilde yok olması mümkün olduğunu itiraf etmekte bulunduğunuz Mesih'in üstünde olduğunu Allah'tan korkmadan nasıl inkâr edersiniz? Allah'ın dilemesine karşı anasını ölümden kurtaramayan ve Allah dilemezse kendini ve hatta bir kılını kurtarmak ihtimali bulunmayan Meryem'in oğlu Mesih onu şahsıyla, asliyle, çeşidiyle, cinsiyle ve mensup olduğu bütün âlemi ile helak ve yok etmeye gücü yeten Allah Teâlâ'ya nasıl eşit tutulur? Ve nasıl olur da Mesih'in Allah ile birleşmesi veya Allah'ı içine alması iddia edilir? İlmi, kudret ve iradesi her şeyi kaplamış olan şanı büyük Allah'ı, Meryem'in oğlu Mesih'in şahsiyetine veya nevine veya cinsiyetine indirerek fanilerle çevrilmiş farzedip de açıktan veya gizliden, "Allah, Mesih'ten ibarettir" demekten daha büyük bir küfür mü tasavvur edilir? Bu ne çelişki, bu ne küfür, bu ne cüret? Yeryüzünde bulunan bütün ruh sahiplerinin, akıl sahiplerinin, insanların ölegeldikeri ve ölmekte bulundukları belli. Mesih'ten önce dünyaya gelmiş, Mesih'i doğurmuş ve onun aslı ve anası olmuş olan Hz.Meryem'in de bu fanilerden olduğu ve Mesih'in anası olmakla ölümden kurtulamadığı da belli. Sonra Mesih'in de vefatı ve semaya yükseltilmesi muhakkak. Demek ki bütün bunlar, ne olursa olsunlar, hiç kimsenin karşı koyamayacağı hükmedici bir kudrete boyun eğmişlerdir. İşte hak ilâh, bu kudretin sahibi olan Allah'tır. Şu halde bunların yaşaması ve ölümü, yok olması veya baki olması sırf Allah'ın kudretine ve iradesine mahkumdur. O dilerse, dilediği kadar durdurur, dilerse yok eder. Şayet Allah diler de yok etmezse, onlar yine, gerçekte yok olabilmesi mümkün olmaktan çıkmazlar. Allah yok olmalarını dileyecek olursa Allah'ın iradesine karşı kendi kendilerini tutamazlar, çünkü manen hastadırlar. Bu zaruretten dolayıdır ki hıristiyanlar önce bir baba ilâha inanırlar. Şimdi farzedelim ki bunların hiç biri daha ölmemiştir. Henüz bir beşer hayatı vardır ve henüz Mesih vefat etmemiştir. Fakat bununla, gerek Mesih ve gerek diğerleri ve gerek tümü, yok olması kabil olmaktan çıkamazlar.
Kendi nefislerindeki aciz ve zati imkandan kurtulamazlar. Eğer Allah Teâlâ bundan böyle bunları yok etmeyi dileyiverirse, ne bunlardan, ne de semaviler gibi bunların dışındakilerden Allah'ın kudret ve iradesine karşı gelip dayanıp da en ufak bir şey olsun kurtaracak, koruyacak ve devamlı kılabilecek hiçbir kimse, hiçbir kuvvet tasavvur olunamaz. Şu halde Mesih'in şahsı, nevi, cinsi, haddi zatında yok olması mümkün ve fani olmaktan kurtulamaz. Bunlar bizzat değilse düşünce ile fanidirler. Fani, yok olması mümkün olan herhangi bir şahsın veya türün veya cinsin ilâh sayılması ise haksızdır, batıldır. Gerçek ilâh olan Hak Teâlâ'yı inkârdır, zarardır. İlâhlık, her türlü acizlik ve noksanlık şaibesinden uzak üstün bir kudret ve hakim irade ifade eder. Ve hakkıyla ilâh demek, zat ve sıfatlarına, eserlerine ve hükümlerine ve hatta varlıklardan hiç birisine O'nun kudretinden başka ve O'na ciddi olarak karşı koyabilecek hiçbir kuvvet taalluk etmeyen ve etmek ihtimali bulunmayan her şeyin sahibi, her şeyin hakimi, her şeyi içine alan demektir. Hak ilâhın hakkı, kudretine karşı tesir edebilecek hiçbir kuvvetin düşünülememesidir. Bunun için, isterse düşünce seviyesinde olsun, herhangi bir fani veya faniler toplamı ilâh olamaz. Bunlardan biri veya bir kısmı veya hepsi Allah ile zat veya sıfat bakımından küllî (tüm) veya cüz'î bir şekilde birleşemez.
Her çeşit birleşme, katılım, hulûl (başkasına girme) veya ittihad (birleşme) küfürdür. İlâh olmak başka, ilâhî olmak yine başkadır. Mesih'in öldürülme ve asılmasını iddia eden hıristiyanlar, onun helakinin ve fani oluşunun mümkün olduğunu ikrar ve itiraf etmekte olduklarından, bunların hem bu davalarını reddetmek ve hem ikrarlarıyla kendilerini susmaya mecbur etmek için âyette yalnız "Allah Meryem'in oğlu Mesih'i helak etmeyi dilerse" demek yeterli iken bununla yetinilmeyip, gerçeği hem ilzamî (susturucu), hem burhanî (delilli) bir şekilde beyan etmek ve anlatmak üzere "anasını ve yeryüzündekilerin hepsini", atıfları da eklenmiştir ki, çok dikkate şayandır. Bununla azdan çoğa doğru giden bir bakış istikrası öğretilerek Mesih'in önce anasına, ikinci olarak yeryüzündeki bütün ruh sahipleri, akıl sahipleri beşer cinsine dahil ve bunlarla birtakım hususlarda cins birliği ve aynilik olduğu anlatılmış ve bu şekilde Mesih ve anasının yok ve fani olması mümkün olup ilâh olamayacakları önce açıkça ve özellikle, ikinci olarak bütün içinde gizli ve tekitli olarak isbat edilmiş ve hatırlatılmıştır ki, bu ifade de Mesih'i, şahsî beşer veya küllî beşer ile düşünen hıristiyan mezheplerinin hepsine işaret olunarak "Muhakkak Allah, Meryem'in oğlu İsa'dır" iddiasının gerek şahsî birlik ile şahsî ittihad ve aynilik üzere ve gerek tür ve cinse ait vahdet (birlik) ile cüz'î birleşme ve tazammun (içine alma) şeklinde olsun bütün ihtimalleriyle batıl ve küfür olduğu anlatılmıştır. Yani Allah, Mesih'in ne aynı, ne cüz'ü, ne de cüz'îsi ve ferdidir. Ancak onun üstünde yaratıcısı, sahibi, hakimidir. Diğer deyimle Mesih, Allah'ın ne aynı, ne cüz'ü, ne tümü, ne de küllisi değil, aşağısıdır. Sonra de ve lafızları âmm olmakla, yerdekilerle beraber, göktekiler ve melekler de dahil olmak üzere bütün masivallah (Allah'ın dışındakiler)ı içine almış bulunduklarından Allah'ın zatından başka her şeyin yok olmasının mümkün olduğuna işaret ile, bütün Allah'ın dışındakilerden ilâhlığı inkâr etmiş ve şu halde bütün âlemler veya kısımlarından hiç birisinin de Allah ile ayniliği veya küllî, cüz'î bir birleşmesi mümkün olmadığına ve böyle sözlerin yalnız Mesih hakkında değil, diğerleri hakkında da söylenmesi Allah'a küfretmek olduğuna işaret etmiştir. Şu halde Allah'ı âlemde yok etmeye uğraşan vahdet-i vücut davaları da batıl ve küfürdür.
Özetle ne Mesih ilâh olabilir, ne de âlem ve âlemin kısımlarından herhangi bir şey. Çünkü ilâh, gerçekte zeval (sona erme)den uzak ve üstün bir kudretin işe karışmasından azade olmalıdır. Bunların ise hepsi yok olabilir. Allah bunların baki kalmasını istemeyip ve yok olmalarını isteyecek olursa hepsi derhal mahv olur. Allah'ın ilâhlığında ve bütün bunlar üzerine dilediği gibi tasarruf hakkı, kudreti ve hakimiyetinde ise asla şübhe yoktur. Zira, bütün gökler ve yer ve aralarındaki bütün varlıkların mülk ve melekûtu tamamen ve yalnızca Allah'ındır. Yani bütün varlıklar üzerinde var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme ve diğer herhangi bir şekilde mutlak tasarruf ve hakimiyet hakkı Allah'ındır. Şu halde Allah dilediğini baki kılar, dilediğini yok eder. Ve böyle yapmakla ne bir haksızlık etmiş olur, ne de bir karşı konulmaya maruz kalır. Şüphe yok ki, Mesih de bunların içinde ve Allah'ın hükmü altındadır. Bunun böyle olduğunu hıristiyanların da bilmesi gerekir. Zira inançlarının başında "her şeyin sahibi, görülen ve görülmeyenin yapıcısı ve yaratıcısı bir ilâha inanma" vardır. Böyleyken Mesih'i hiç bir şey değilmiş gibi Allah'ın mülkü saymazlar, sonra dönüp Allah'a eşit tutarlar, sonra dönüp Allah'ın önüne geçirerek sağ tarafına geçirtir oturturlar. Ve bu şekilde başkanlık ve hakimiyeti ona verirler de artık "Allah, dün Meryem'den doğan ve Allah'ın takdirine karşı gelemeyip asılan ve çıkıp üstüne oturan Mesih'ten ibarettir." diye hem Allah'a, hem Mesih'e küfrederler. Ve sonra da Mesih'in insanlığını genelleştirerek âbâ-i yesûiyyeye (ruhban babalarına) bile ilâhlık hissesi vermek isterler. Bunlar Allah'ın, herşeyin maliki, Mesih'in de yok olmasının mümkün olduğunu itiraf ettikten sonra, dönerler Mesih'in yok olmasının mümkün olmadığını iddia etmek için şöyle bir takım şüpheler ve safsatalar da serdederler. "Mesih'in Allah katında özel bir şerefi yok mudur? Baksanıza onun doğumu diğerlerine benziyor mu? O, mucizeleriyle birtakım ölüleri diriltirken, körlerin gözlerini açarken, çamurdan kuş yapıp uçururken Allah'tan bazı şeyleri kurtarmış, Allah'ın yaratıcılığına iştirak etmiş olmuyor mu? Şu halde Allah ona ve onun aracılığıyla bu âleme kendi cevherinden bir şey vermemiş midir? O halde Allah'ın cevherinin yok oluşu kabil olur mu? " derler. İşte bu gibi şüpheler ve vehimleri de reddetmek ve ortadan kaldırmak için buyuruluyor ki:
Allah ne dilerse yaratır ve dilediği gibi yaratır. Şu halde ne Mesih'i bir anadan yaratmasında ve ne ona özel bir şeref verip onun eliyle de yaratma ve öldürme işini yapmasında hiç bir şüpheye yer yoktur. Allah, İsa'yı böyle yaratmakla ona bir ilâhlık cevheri vermiş olmaz ve hele bunlarla Mesih'in Allah'a eşitliği ve ileri geçmesi hiç gerekmez. Yani Allah Teâlâ'nın icâdı (yaşatması) kendi zatından dışarıya bir şey koparıp atmak şekliyle değildir. Varlıklardan hiç biri ondan ayrılmaz, doğmaz, sudûr etmez, ortaya çıkmaz; o her şeye kendini, kendinden bir parçayı vermez. Böyle bir tasavvur, Allah'ın zatında ayrılma ve boşalma tasavvurudur ki, mümkün olmayanı düşünmektir. Allah doğurmaz, yaratır; hem de neyi diler ve nasıl dilerse öyle yaratır. Dilerse başlangıçta göklerin ve yerin sahasını ve basit şeyleri yarattığı gibi, bir asli madde olmadan da yaratır. Dilerse bunların aralarındaki mahlûkları yarattığı gibi bir asıldan yaratır. Bunu da ya başlangıç olarak topraktan bitkileri ve hayvanları ve Âdem'i yarattığı gibi, dilerse cinsin zıddı bir asıldan inşa eder (yapar) veya dilerse aynı cins bir asıldan yapar. Bunu da dilerse bir erkekten dişi yaratmak suretiyle çeşitlendirir, nitekim Âdem'den Havva'yı böyle yaratmıştır. Dilerse bir dişiden erkek yaratmak suretiyle çeşitlendirir, nasıl ki İsa'yı da böyle yaratmıştır. Dilerse hem erkek, hem dişiden yaratır ki, diğer insanları da böyle yaratmış ve yaratmaktadır. Aynı şekilde dilerse diride ölüm yaratır, dilerse ölüde hayat yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nadir ve benzersiz yaratır. Dilerse hiç bir mahluk hizmetinde kullanmadan yaratır, dilerse beşeri sanatlarda olduğu gibi diğer bir mahluku aracı yaparak yaratır ki, işte İsa'nın eliyle kuş yaratması, ölüleri diriltmesi de bu kabildendir.
Şu halde İsa da Allah'ın yaratığıdır, bunlar da . Ve İsa bunları yaparken Allah'a karşı gelmiş, Allah'tan bir şey kurtarmış ve kendi tanrılığını göstermiş değil, ancak Allah'ın iradesini yerine getirmiş ve ancak Allah'ın ilâhlığını ispat etmiştir. Yoksa Allah istemeseydi İsa bunların hiçbirini yapamazdı. İşte Allah böyle her dilediğini dilediği gibi yaratır. Bir Meryem'den bir Mesih de yaratır ve onun aracılığıyla ölülerde hayat da yaratır, çünkü Allah'tır. Ve Allah herşeye tam kudretle kâdirdir. Ve her şeye karşı mutlak kâdirdir. Allah'ın kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide tabi değildir. Her şeye tam kudretle gücü yettiğinden dilediği şeyi yaratır ve onda dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. Sonra her şeye karşı mutlak kâdirdir. Çünkü yaratmak, yaratıcının kendinden birşey koparmak, kendi zatından, kendi kudretinden birşey eksiltmek demek olmadığından, bütün yaratıklar ve onlarda yaratılmış olan kudretler Allah'ın kudretini kendilerine nakletmiş değildirler. Bütün şahsi aczleriyle onun hakimiyetinin altında elegeçirilmiş mahkumlardır. Bütün yaratıklar ve onlardaki güçler Allah'ın ve kudretinin parçaları ve değişmeleri değil, eserleridirler. Eserler ise eseri yapanın aynı veya bir kısmı değil, ancak delilidir. Yaratıklar, biri diğerinden doğabilir, sebep olabilir, değişebilir. Bunun için varlıklarda yok olma, değişme, seçilme, tekamül ve derecelerin değişimi cereyan eder. Fakat bütün bunlar, eşyanın Allah'a göre değil, birinin diğerine göre olan ilgileridir. Çünkü bütün eşyanın Allah'a nisbeti, yaratığın yaratanına mahkumiyet ve delaletleridir. Bütün bu degişimlerden, bu nisbetlerden eşyanın ve eşyadaki kuvvet ile kudretin aslında aczi ve yokluğu ve hepsinin üstünde illet-i kül ve muhit-i kül (herşeyi kuşatmış) olan ilâhî kudretin tek hakimiyeti ve hakimiyetinin baki oluşu okunur. Bunun içindir ki yalnız eşyanın tabiatını incelemekle uğraşan fen bilimleri bile bilgilerinin başına illiyyet (nedensellik) ve baka-yı illet (illetin bakâsı) kanununu yazarlar. Ve illetin değişmesinden, illetin bâki oluşuna ulaşırlar. Yukarılarda da hatırlattığımız üzere fencilerin illetin değişmesi ve baka-yı illet deyimleri arasında görünüşte bir çelişki vardır. Ve bunun halli şudur: "İlletin değişimi" deyimi, yaratılmış şeylerdeki yaratığın kudret ve kudretinin ifadesidir ki, maksat, illetlinin ve izafinin illetinin değişimidir. Baka-yı illet de, hakiki illetin değişiminden azade olarak mutlak hakimiyetini gösterir. Hasılı "yok olan ve değişen baki ve daim olandır" demek çelişki olduğundan aklın ve naklin şu noktada kesin bir uyuşması vardır ki, değişime mahkum olan eşya gerek eksilmek ve gerek gelişmek üzere yürüsün, bunların bütün kemalleri ve kudretleri izafidir. Ve hepsi tamamen, ebedi, sonu olmaktan ve noksanlıkların münezzeh olan ilâhî yüksek kudretin esiridir. Allah her şeye ve her şeye karşı kâdirdir ve hiçbir şey Allah'a karşı kâdir değildir. Allah'tan başka her şey aslında acizdir. Bu da ilâhî kudretin hükmüyledir. Mesih de aciz, Muhammed de aciz, beşer de aciz, melek de acizdir. Yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinatıyla âlemin bütün sistemleri de acizdir. Allah, bunları her an yaşatmakla ve yok etmekle ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır. Ve şu halde, "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'den ibarettir" diyenlerin kâfir olduklarından şüphe yoktur.
18- Bir de yahudiler ve hıristiyanlar, 'biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. Kendilerinin başka insanlara benzemediklerini, diğer halka karşı Allah katında böyle bir seçkinlikleri olduğunu iddia ettiler ve gurur ile Allah'tan korkmaz oldular. Şu halde müslümanlar Allah'a tevekkül ederken ve dayanırken, her ne yapsak Allah bizi sever sanıp da böyle bir gurura düşmemeli ve Allah'ın kulları olduklarını unutmamalıdırlar. Bunu hıristiyanların söyledikleri belli ise de yahudilerin söyleyip söylemedikleri bahis konusu olmuştur. Fakat İbnü Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre nüzul sebebi asıl yahudiler olmuştur. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v), yahudilerden bir topluluğu İslâm dinine davet etmiş ve Allah'ın azabıyla korkutmuş idi. Buna karşı: "Bizi bununla mı tehdit ediyorsun, "biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" demişlerdir. Hıristiyanlara gelince, İncil'de "Mesih ben babama ve babanıza gidiyorum" dedi diye bir fıkra nakletmektedirler. "Allah'ın oğullarıyız" deyiminin bir özel imtiyaz davası olduğu belli, fakat bunu ne gibi bir anlam düşünerek söyledikleri inceleme noktası olarak görülmüştür. Denilmiş ki yahudiler bununla "Allah'ın oğlu" dedikleri Üzeyr'e mensub olduklarını, hıristiyanlar da "Allah'ın oğlu" dedikleri Mesih'e intisablarını kastedmişler ve intisab ile kendilerini şeref ve imtiyazda Allah'ın torunları hükmünde tutmuşlardır demek olur. Yahut doğrudan doğruya Allah'a intisablarını kasdederek Allah'ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve esirgeyici ve kendilerinin Allah yanında sevgili oğulları gibi nazlanabilecek derecede yakın ve kıymetli olduklarını idda etmişlerdir ki, her iki şekilde "Allah'ın oğulları" deyimi mecaz demek olur. Diğer yerlerde de işaret ettiğimiz üzere geçmiş dinlerde ve özellikle İbranice dilinde Allah Teâlâ'ya raûf (şefkatli) ve rahîm (merhametli) mânâsından mecaz olarak " = baba" denmesi caiz görüldüğünü ve Hz. İsa'nın da bu mânâ ile duasında ve vaazlarında bu deyimi kullandığını ve fakat bunun sonradan kötüye kullanılarak hakikat gibi kabul edilmeye başlandığını bazı âlimler zikretmişlerdir ki, işte oğul deyimi de bu kötüye kullanma cümlesindendir. Nitekim asıl İbrânîce İncil'de (ibn) ve (veled) deyimleri bulunmadığı halde (baba) deyiminin güya buna lüzum göstermekle izin vermiş olması zannıyla sonraki İnciller'e konulmuş olduğunu naklediyorlar. Muhtemel ki bunda yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" demiş olmaları da bir misal tutulmuştur. Bazı hıristiyanlar Mesih hakkında "Allah'ın oğlu" deyiminin şeref ve yakınlıktan mecaz olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunun samimi olmayıp bir perde arkasına gizlenme olduğu anlaşılıyor. Çünkü yukarda söylendiği üzere İznik konsilinin yayınladığı inanç esaslarında "babasının cevherinden" diye açıklanmış olması, bunu doğum görüşüyle bir hakikat gibi isnat ettiklerini göstermektedir. Ancak kendileri hakkında "Allah'ın oğulları" demelerinin mecaz kastıyla olduğunu kabul etmek mümkündür. Bu şekilde "Allah'ın dostları" atfının bir atf-ı tefsir olması gerekecektir. Bu da âyetin zahirinin zıddıdır. Biz, birtakım hıristiyanın ve bu cümleden protestanların bu evlatlık iddiasına sıkı bir şekilde sarıldıklarını görüyoruz. Halbuki mecaz olan bir ifadeye bu kadar şiddetli bir bağnazlıkla sarılmanın sebebi izah edilemez. Anlaşılıyor ki bunlar, "biz Allah'ın evlatlarıyız" demekle, Allah olduğunu iddia ettikleri Mesih'e bağlandıklarını kastediyorlar. Fakat bunun genel şekilde mecaz olarak değil, yine doğum görüşünü takip ederek ve bir gerçek gibi düşünerek söylüyorlar. Çünkü bunlar Mesih'in insanlığını cüz'î ve şahsî değil, bir nâsut-i küllî (tüm insanlık) şeklinde düşündüklerinden ve bu tüm insanlık ile de bütün insanlığı içine alan bir mânâ değil, hıristiyanlık türemesi içinde bir özel kısım kastettiklerinden dolayı Mesih'e "Allah'ın oğlu" derken, onu Allah ile bir cevherde birleştirdikleri gibi, kendilerini de "Allah'ın oğulları" veya "Allah'ın evladı " adıyla anarken Mesih'in cevheri ile birleştiklerini söylemek istiyorlar. Bu şekilde bu deyim cahil hıristiyan halkına göre bir mecaz, seçkinlerine göre de bir hakikat gibi düşünülüyor. Nitekim Cizvit papazlarındaki "ruhbân babalar" deyimi de bunun bir çoğaltılmışıdır. Ve işte hıristiyanların teslis (üçlü inanç), muammasını gizli bir ukde (düğüm) olarak benimseyip takip etmelerinin hikmeti, ilâh ile beşerî bir kısmın doğumu görüşüyle birleştirerek kendilerinden babalar ve oğullar silsilesi içinde bir uluhiyet hanedanı oluşturmak sevdası ve bu şekilde kendilerini her çeşit sorumluluktan azade sayıp, diğer halk ve insan yığınları üzerinde bir sahip olma hakkı ve mutlak bir tasarruf ve hakimiyet iddia etme hayalidir ki, "biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dedikleri zamanda "biz bir uluhiyet hanedanıyız" demek isterler ve kendilerinde böyle bir özel imtiyaz farzederler. Her halde âyet bize gösteriyor ki, gerek yahudi ve gerek hıristiyanlar verdikleri sözü bozmak suretiyle hak dinden çıkmış, hakiki veya mecazi bir ilâhlar doğuşu hayali tutturarak kendilerini "her şeye kâdir" olan Allah'ın kulları değil, oğulları ve evlatlığı ve özellikle dostları ve dengi saymak gururuna düşmüşler, Allah'ın haklarını ve kulların haklarını tanımaz ve Allah'tan korkmaz olmuşlardır. Ve bu gurur kendilerinin felaket sebepleri olmuş ve olacaktır.
Ey Muhammed, sen onlara de ki: Öyle de Allah sizi günahlarınızla niçin azab edip duruyor ya? Öldürülmelere mi uğramadınız? Esaretlere mi düşmediniz? Nimetler, devletler mi kaybetmediniz, başka hayvan şekillerine dönüşmeye mi uğratılmadınız? Hayır, siz Allah'ın oğulları veya dostları değil, akıl sahibi olarak yarattığı yaratıklar cinsinden bir beşer, derisi, aplak, aciz, fakat anlayış sahibi bir mahluksunuz; haddiniz, hududunuz bu, durumunuz budur. Allah'ın yaratığı ve onun kudret ve iradesine mahkum bulunmak bakımından diğerlerinden hiçbir farkınız yoktur. Ne olsanız bir mahluk olmaktan kurtulamazsınız. Allah'ı sevenler, hiç Allah'a karşı çıkar, günaha girer mi? Sonra Allah sevdiklerine azab eder mi? Allah ise yaratıklarına karşı hiçbir hususta mecbur değildir. Mutlak dilediğini yapandır. Dilediğini affeder, günahlarını hasenat (sevaplar) ile örter, rahmet ve sevgisine mazhar eder. Ki bunlar Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve imanlarında sebat edenler arasında bulunurlar dilediğine de azab eder. Kötülüklerinin azabını çektirir. Allah'a ortak koşan, yaratılanı yaratan yerine koyanlar için de bu azab muhakkaktır. "Allah, kendisine ortak, koşulmasını bağışlamaz, bundan başka dilediğini bağışlar" (Nisâ, 4/116) İşte yaratılanın, yaratan karşısındaki yeri, bu iki dilemenin eşit olarak mutlak ihtimal dairesinde olmasıdır. Ve böyle olmakta sizin beşer cinsi içindeki diğer halktan hiçbir ayrıcalığınız yoktur. Dün çırılçıplak bulunduğunuz, yalın ayak başı açık zaruretler içinde kıvrandığına güldüğünüz, insan yerine koymayıp her türlü hakarete layık gördüğünüz bir fert veya bir kavim, yarın bakarsınız ki Allah'ın lütuf ve mağfiretine ermiş tepenize çıkmıştır. Bugün saadetlere gömülmüş, cihana hakim olmuş, geleceğini temin etmiş sandığınız bir fert veya toplum öbür gün bakarsınız ki Allah'ın bir belasına çatmış, helak olmuş, ateşler içinde yanmakta, ıstıraplar içinde kıvranmaktadır. Allah'a karşı bütün insan cinsi şu iki takdirin nöbetleşme ihtimaline eşit bir şekilde mahkumdur. Çünkü bütün gökler ve yer ve bunların aralarındaki bütün varlıkların hepsi Allah için bir mülk, bir hükümet, bir saltanattır. Bu memleketin, bu hükümetin, bu saltanatın hepsi tamamen ve müstakil olarak Allah'ın mülküdür. Ve hepsi Allah'a, mülkü olmakla mensubdur. Varlıklardan hiçbirinin Allah'a mahlukluk, kulluk ve mahkumiyetten başka bir şekilde bağlılık iddia etmeye hakkı yoktur. Hepsi onun mülkü ve melekûtu altında boynunu eğmiş ve mahkumdur. Allah, bütün bunlar üzerinde yaratma, zabt ve idare, yaratma ve yok etme, can verme ve öldürme, takdir etme ve cezalandırma ile dilediği gibi tasarruf eder. Ve bu hak ancak O'nundur.
Şu halde bunlar içinde bir zerre kadar olan şu yer üzerinde çırılçıplak olarak yaratılan ve yerdeki varlıkların az bir kısmından ibaret olan beşer cinsi ve beşer içinden bir kısım halk nasıl olurda öyle bir iddiada bulunabilir? Halbuki en sonunda varılacak, başvurulacak olan yegane merci de ancak O'dur. Bugün bu iddiada bulunanlar da, diğerleri gibi O'nun hükmü altında bu dünyadan çekilip ahirete gitmeye ve gittikleri zaman da başkasına değil, ancak O'na varmaya ve O'nun huzurunda hesap verip, itaatlarının veya isyanlarının, iyilik veya kötülüklerinin acı veya tatlı cezasını çekmeye mecburdurlar. Bu böyle iken idrak sahibi olan insanlık bunu nasıl düşünmez ve nasıl Allah'a isyandan çekinmez de öyle batıl gururlara saplanır?
Şimdi bu çıkışma ve ihtardan sonra davette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla buyuruluyor ki:
19-20- Ey kitap ehli, peygamberlerin ardının kesilmesine karşı, yani vahiylerin kesildiği ve eserlerinin unutulması, bozulması ve tahrif edilmesi ile yıkılmaya yüz tuttuğu ve hak dinin bilinemez, tanınamaz hale geldiği bir fetret (kesilme) zamanında size o Resulümüz Muhammed (s.a.v) geldi, sizin için, siz insanların selamet ve saadeti için, acı tatlı her türlü hükümleri ve haberleri, hakkı açıklıyor ki, yarın ahirette Allah'ın huzuruna varıp hesaba çekildiğiniz zaman, "Bize ne bir müjdeci, ne de Allah'ın azabından korkutucu geldi, daha önce gelenlerin de eserleri bozulmuş, yıkılmış, biz fetret için de kalmıştık." demeyesiniz, böyle özür göstermeyesiniz işte size tam bir müjdeci ve korkutucu geldi. Bundan böyle, öyle bir mazeret göstermeye de hakkınız kalmadı. Allah da her şeye kadirdir. Şu halde insanlardan peygamber göndermeye, hem bunu bir zaman cereyan eden bir sünnet (âdet) yaparak devamlı ardarda göndermeye, hem de bunları kesintiye uğratıp fetretler (aralıklar) yaratmaya ve sonra bu aralıklar içinde unutulan gerçekleri hatırlatacak ve her şeyi öğretip açıklayacak ve insanlığın bütün hata ve saygısızlığını kesecek bir Peygamber yaratıp göndermeye de kadirdir. Özetle kahretmeye de gücü yeter, lutfa da. O halde en çok irşada muhtaç olduğunuz bir zaman aralığında gönderilmiş olan bu şanlı Peygamber'in, bu ilâhî nimetin kıymetini takdir ediniz, açıklamalarına kulak verip itaat ediniz. Eskisi gibi inkâr ve küfürden, sözleşmeyi bozmaktan sakınınız ve bu sayede günahlarınızın affolunmasını isteyiniz. Ve biliniz ki her ne olsanız, sonunda dönüp dolaşıp "dönüş ona ve herşeye kâdir" olan Allah Teâlâ'nın huzuruna varacaksınız ve ona karşı fetret (iki peygamber arası zaman)te kalanlar gibi bir mazeret göstermeye de inkâr bulamayacaksınız, bütün sorumluluk üzerinize yüklenip kalacak ve kendi azabınızı kendi eliniz ve kendi isteğinizle bile bile hazırlamış olacaksınız. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Siz bugün de Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu düşününüz. Elinizi kalbinize koyup vicdan selametiyle bir düşünürseniz, İbrahim'in duası, Musa'nın haber vermesi, İsa'nın müjdesi olan o Peygamber, o hak ruh, o müjdeci ve korkutucu henüz bize gelmedi, diyemezsiniz. Fetretler içinde karmakarışık olmuş, bin türlü değişiklik ve tahriplere uğramış ve bununla beraber yine delalet ve açıklığıyla bu Peygamber'in geleceğini bildirmiş olan Tevrat ve İncil'den sonra Muhammed Resûlullah'ın geldiğini ve Kur'ânın her şüpheden uzak olarak varlığını inkâr edemezsiniz.
Ey Muhammed! Sen bu açıklama cümlesinden olmak üzere şunu da hatırlat:
Meâl-i Şerifi
20- Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden peygamberler çıkardı. Sizi hükümdarlar yaptı. Ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi."
21- "Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrarsınız."
22- Onlar da: "Ey Musa! Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de gireriz" dediler.
23- Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam şöyle dedi: "Onların üzerlerine kapıdan girin. Oradan girerseniz muhakkak galip gelirsiniz. Eğer layıkıyla inanıyorsanız yalnız Allah'a dayanın.
24- Kavmi Musa'ya: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabb'in gidin savaşın. Biz burada oturacağız" dediler.
25- Musa: "Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fâsık kavmin arasını ayır" dedi.
26- Allah Musa'ya şöyle dedi: "Kırk sene o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O fâsık kavim için üzülme!".
Hani bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: Ey benim kavmim, Allah'ın size olan nimetini anıp yâdediniz. O zamanki nimetini ki, içinizde peygamberler yarattı ve sizi hükümdarlar kıldı ve size âlemlerden hiçbirisine vermediği şeyler verdi. Âlemde hiçbir kavimde İsrâiloğulları'ndaki kadar çok peygamber gönderilmemiş olduğu bilinmektedir. Önce Yâkûb'un evlatları Esbat (torunlar), sonra Musa, Harun, Yûşâ ve bu cümleden Hz. Musa'nın kavminden seçip beraber Tur dağına gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice İsrailoğlu peygamberi gelmiştir. Ancak âyetin ilerisinden kesin bir şekilde anlaşılıyor ki Hz. Musa bu hatırlatmayı yaptığı zaman İsrâiloğulları henüz Arz-ı Mukaddes'e girmemiş ve daha bir vatan tutmamış ve henüz hükümdarlar devrine ermemişti. O sırada da Musa, Harun ve yetmiş zat ile tahakkuk etmiş ise de "sizi hükümdarlar kıldı" demek nasıl mümkün olabilir? Gerçi bunun vaki oluşunun tahakkukuna dayanarak, istikbalden mazi ile tabir olarak kılacaktır, kılacağı muhakkaktır veya ezelde böyle takdir etmiştir" mânâsına olması ve dolayısıyla peygamberlerden bütün İsrailoğulları peygamberleri, hükümdarlardan da bütün İsrailoğulları hükümdarlarının kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu şekilde meâlin özeti şöyledir: "Ey benim kavmim! Muhakkak ki Allah sizin içinizde daha birçok peygamberler yapacak ve sizi hükümdarlar kılacak. Saltanatlara erdirecek ve size diğerlerine vermediği şeyleri verecek. Şimdi Allah'ın bunları yaptığı veya takdir ettiği zaman size olan nimetini anın ve düşünün de ona göre hareket edin." demek olur. Ve Hz. Musa'nın bu hatırlatmasının o günkü bulundukları zamânâ değil, sırf geleceğe ait bir nimeti, ezeli bir takdiri gaybdan müjdeleme ve haber verme şeklinde kabul edilmesi gerekir. Gerçekte İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışından Hz. Yahya'yı öldürdükleri ve Hz. İsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettikleri zamana kadar içlerinden büyük küçük pek çok peygamber ve krallar gelmiş ve bu arada Hz. Davud ve Süleyman saltanatı gibi peygamberlik ve hükümdarlığı şahsında toplayan emsalsiz saltanatlar da geçmiş bulunduğunda şüphe yoktur. Ve burada İsrailoğulları'nın o zamana kadar başka milletlere nasip olmayan en mesut devirlerine işaret de yok değildir. Fakat asıl maksat bu olsaydı "içinizde peygamberler ve krallar yaptı" denilmesi gerekir ve bu daha veciz ve daha açık olurdu. Halbuki buyurulmakta bazısını peygamber ve hepsini hükümdar yapan bir mânâ kastedilmiş olduğu anlaşılıyor. Bunun için tefsircilerin büyüklerinden Süddî ve diğerleri burada "mülük" (hükümdarlar)ün = "hür olanlar" demek olduğunu göstermişler ve hürriyetten maksat ta tam mânâsıyla hürriyet, yani şahsî ve siyasî hürriyeti içine alan bir mânâ olduğunu anlatmışlar da demişlerdir ki: "Siz önceleri Kıbt kavminin elinde bulunduğunuz, hizmetçi, köle ve cizye ehli derecesinde mağlub ve mahkum olduğunuz halde, sizi kurtarıp kendinize mâlik, şahsî, siyasî insanlık hukukunuza sahip, kendinizi anlamaya ve işlerinizi idare etmeye kâdir hürler kıldı; artık kimsenin kulu, kölesi, hizmetçisi değilsiniz ve cizye ehli gibi bir galibiyetin üstünlüğü altında ve istilasında bulunmuyorsunuz. Hem şahsen hür, hem de toplum ve siyaset bakımından hürsünüz" demektir. Ve bu mânâ, hem âyetin nazmına daha uygun ve hem de daha çok faydaları içine almaktadır. Bu şekilde Hz. Musa'nın bu hatırlatması yalnız vaad edilen nimeti ve geleceği haber verme değil, vaki olan nimeti ve gerekli sonuçlarını hatırlatmadır ki, meâlin özeti şu demek olur: Ey benim kavmim, Allah sizin içinizde peygamberler yarattı ve sizin hepinizi esirlikten ve mahkumiyetten kurtarıp sultanlık demek olan hürriyete erdirdi ve size öyle olağanüstü şeyler ihsan etti ki şimdiye kadar hiçbir kavme nasip etmemiştir. Şu halde ey hür ümmetim, Allah'ın bu nimetlerinin değerini biliniz, kendinizi iyi idare ediniz. Peygamberlerinizin Allah tarafından size haber verdiği ve tebliğ ettikleri ve edecekleri hususları güzel rızanızla gereği gibi icra ve tatbik ediniz de bu nimetlerden yararlanmayı ve Allah'ın bu iyiliklerinden istifade etmeyi biliniz." demek olur ki, hürriyet sultanlığının asıl kıymet ve önemi kendine sahip ve hukukuna malik olmanın mânâsı ve faydası lâubalilik (ciddiyetsizlik) değil, insanı gerçekten mesut edecek maksatlara ve iyiliklere gayret sarfetmek için iyi seçimdir. Bu ise ilk önce ilim ve irfana dayanır. Buna da her zaman ve her şahıs için şahsî akıl ve ferdî (tek başına) tecrübe kâfi gelmez. Her şeyden önce Allah'ın özel bir yardımına yani peygamberlerin haber vermesine ihtiyaç vardır. Şu halde genellikle hürriyetten istifade edebilmek için peygamberlere iman, verdikleri haberlere ve irşadlarına başvurmak ve itaat etmek gerekir. Allah da bunları vermiştir.
21-O halde Allah'ın bu nimetlerini hatırlayınız da: Ey benim kavmim, Arz-ı Mukaddes (mukaddes topraklara) giriniz ki, Allah onu sizin için yazdı, yani size vatan ve mesken olmak üzere takdir ve kısmet etti, "Levh-ı mahfuz"a yazdı. Şu halde buna emin olarak ve başka bir endişeye tâbi olmayarak azim ve gayret edip oraya giriniz ve gerisin geri ardınıza dönmeyiniz. İmansızlık edip dinden dönmeyiniz veya sebatsızlık edip karşınızdakilerden kaçmayınız, Mısır'a ve Mısır'daki esaret haline dönmeye kalkmayınız ki hepiniz hiçbir şey elde edemeyen kimseler olursunuz, dünya ve ahirette zarara düşer, herşeyden mahrum kalır, ziyana uğrar, ziyan olursunuz. Yani kısmetiniz geride değil, ileridedir. Bu kısmet de mutlak değil, iman ve itaat, mücedele ve sebat ile şartlanmış ve kayıtlanmıştır. Nitekim yukarda "Eğer namazınızı kılar, zekatınızı verir ve peygamberlerime inanırsanız, muhakkak ben sizinle beraberim" (Mâide, 5/12) buyurulmuştu. İşte o günahların örtülmesi ve o cennetlere girmek bu şartlar altında ve Arz-ı Mukaddes'e girmekle mümkün olacaktır. Yoksa haliniz berbattır. Allah'ın emrini, peygamberlerin tebliğini dinlemeyecek olursanız, hürriyet, esirlikten daha çok, zarara sebep olur. Haydi azmediniz ve gayret gösteriniz de oraya giriniz.
ARZ-I MUKADDES (Mukaddes yer): Temiz ve mübarek yer demektir ki, Kudüs'te "Beyt-i Makdis"in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok peygamberin oturduğu yer olduğundan böyle isim verilmiştir. Bir rivayete göre İbrahim Aleyhisselam Lübnan dağına çıktığı zaman Allah Teâlâ: "Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve gelecek nesline mirastır" buyurmuş. Bunun tayin ve takdirinde "Tur" yani dağ ve havalisi denilmiş. Dımeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Şam toprağı da denilmiştir. Hz. Musa Mısır'dan, çıktıktan sonra Şam arazisinde yerleşme vaad edildiği ve İsrailoğulları'nın buna "arz-ı mevâıd = vaad olunan arz" dedikleri de söylenmiştir.
İbnü Cerir et-Taberi der ki: "En doğrusu Allah'ın peygamberi Musa Aleyhisselâm'ın dediği gibi "arz-ı mukaddes" (mukaddes yer) demekle yetinilmektir. Çünkü şu yer veya bu yer olmasının doğruluğu hakikati ancak haber ile bilinebilir. Halbuki bu konuda kesin şehâdet denebilecek hiçbir haber yoktur. Şu kadar ki bu "mukaddes arz Fırat ile Arîş-i Mısr (el-Ariş) arasındaki sahadan da hariç olmayacaktır. Çünkü bütün tevil (yorum) ve siyer ehli ile âlimlerin bu hususu haber vermekte ittifakları vardır".
22-Musa'nın bu teklifine karşı kavmi ne dediler bilir misiniz? Ey Musa o dediğin yerde öyle bir kavim var ki, hepsi zorba, yani karşı konulmaz, istediğini zorla, cebren ve ezerek yaptırır, yahut boylarına yetişilmez, iri, güçlü kuvvetli, dev gibi adamlar onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Şu halde onlar şayet oradan çıkarlarsa biz de muhakkak gireriz, dediler. Allah'a ve peygambere karşı geldiler. Girme emrini kabul etmeyi," deve iğnenin deliğinden geçerse" kabilinden, mümkün olmayan şarta bağlamak istediler ve sanki "balık kavağa çıkarsa biz de oraya gireriz" demiş oldular. Yukarda geçtiği üzere on iki elçi casusluk için gönderildiklerinde iri iri korkunç bir takım cisimler ve manzaralar ve bir kuvvet ve heybet görmüşler, tutulmuş, tehlikelere maruz kalmışlar, korkmuşlar ve döndükleri zaman ikisinden başkası kavimlerine durumu açıklayıp yaymışlar ve korkutmuşlar.
Tefsirciler temsilî bir ifade ile naklederler ki, Musa Aleyhisselam elçileri durumu öğrenmek için gönderdiği zaman bu zorbalardan biri bunları görmüş ve hepsini tutmuş, bahçesinden getirmekte olduğu bir meyve ile beraber torbasına koyup kralın önüne götürmüş, saçıvermiş ve "Garib değil mi bunlar bizimle harp etmek istiyorlar" demiş. Kral da: "Haydi arkadaşınıza gidiniz ve gördüklerinizi haber veriniz" diye bunları salıvermiş, korku içinde gelmişler, olayı Hz. Musa'ya anlatmışlar, o da bunu kimseye söylememelerini emretmiş, fakat dinlememişler, ancak içlerinden Musa'nın yiğiti Nun oğlu Yuşâ ile Musa'nın damadı Yuhanna oğlu Kâleb işi kolaylaştırmaya çalışmışlar, çok güzel, çok hoş, nimeti bol bir memleket, ahalisinin gövdeleri iri, bedenleri kuvvetli ise de kalbleri zayıf demişler. Diğer on kişi ise halkın gözlerini korkutmuş, yıldırmışlar, savaştan çekinmelerine sebep olmuşlardır. Bu nakilde zorba hükümetinin kuvvetli bir zabıta teşkilâtı bulunduğu ve İsrailoğulları'nın kendilerine saldırma hilesinde olduğunu öğrenmiş bulundukları anlatılmış demektir ki, bunların kuvvetlerini ve iriliklerini tasvir yolunda İsrailoğulları'nın türlü türlü hikayeleri, masalları vardır. Bu cümleden olarak bu zorbalar hükümetini başı gökte gururlu ve kibirli bir şahin misaliyle temsil demek olan "Ac" yahut "Unuk oğlu Uc" masalı bu arada nakledilir ki, fevkâlâde büyük ve kıymetli de olsa zorba bir hükümetin Allah'ın kudreti ile ansızın bir darbe (vurup) altında mahvolup yok olabileceğini anlatır. Dilimizde "ucu boluk" diye bilinen bu tarihi masalı burada nakletmek konunun anlaşılması bakımından faydalıdır. Şöyle ki:
Vekiller casusluğa çıktıkları zaman Unuk oğlu Uc ile karşılaşmışlar ki üçbin üçyüz otuzüç arşın uzunluğunda boyu varmış ve üçbin senedir yaşıyormuş. Rastladıkları zaman başında bir deste odun varmış. Bunları tutmuş o destenin içine koymuş, karısına götürmüş: "Bak bunlar bizimle savaşmak arzusunda bulunuyorlar" diye önüne atıvermiş. "Şunları ayağımın altında ezivereyim mi?" demiş. O da: "Hayır öyle yapma, bırak gitsinler, gördüklerini kavimlerine haber versinler" demiş, bırakıvermişler. Onlar da bunların durumlarını gözden geçirmişler. Görmüşler ki, üzümlerinin bir salkımını dört beş kişi götürebiliyor. Nihayet çıkmışlar, birbirlerine:"Eğer bunları İsrailoğulları'na haber verirseniz, Allah'ın peygamberine karşı dinden dönerler, öyle ise gizleyelim, yalnız Musa ve Harun Aleyhisselam'a söyleyelim, onlar ne fikirde bulunacaklarsa bulunsunlar" demişler ve aralarında böyle anlaşma yapmışlar ve yanlarına bir tane de üzüm almışlar ki bir adam ağırlığında varmış. Fakat geldiklerinde Kâleb ile Yûşâ'dan başkası sözlerinde durmamışlar, her biri kendi torunlarına harbi yasaklamaya ve gördüklerini anlatmaya başlamışlar.
Daha sonra Musa'nın ordugâhı bir fersah (üçmil veya beş kilometre) kare imiş. Uc gelmiş, bunlara bakmış, dönmüş dağdan bu asker mikdarında ve değirmentaşı şeklinde kocaman bir kaya yontup ordunun üzerine bastırmak için başına almış, Allah Teâlâ da bir Hüdhüd göndermiş, başına göre kayanın ortasını oymuş. Delinmiş birden bire Uc'un boğazına geçmiş, geçince sendelemiş yıkılmış. Çabalarken karşıdan Hz. Musa yürümüş. Boyu on arşın imiş, on arşın da âsâsı varmış. On arşın da sıçramış bu otuz arşın yükseklikte ancak topuğuna yetişmiş vurmuş, fakat öldürmüş. Bunun üzerine etraftan hançerlerle üşüşmüşler ve başını koparmışlar.
Bu, bir devletin yıkılış şeklini temsildir. Unuk oğlu Uc bir hükmî şahıs, fakat tarihî bir masaldır. O zaman Arz-ı mukaddes'te oturup hüküm süren bir kavmin timsalidir. Ahad (birler), Aşerat (onlar), Miat (yüzler), ulüf (binler) rakamların mertebelerinden her birinin ilk ferd sayısı olan "üç" adedine çarpımının sonucu bulunan üçbin üçyüz otuzüç sayısı Fisagorilerin sayı körletmesine kaynak teşkil eden gizli bir usul (metod) ile bu devletin hükmünün dairesini, arazisini, maddi kuvvetini gösterir. Bununla üçbin üçyüz otuz üç arşın, Hz. Musa'nın on arşın boyu iki tarafın maddi bakımdan mukayese edilmesine bir ölçü teşkil eder. Üçbin sene, bu kavmin eskiliğini, başındaki odun, parlaması mümkün olan bir fitneyi temsildir ki, bu casusların gelişi ve tutuluşları da bu fitneye bir ek olmuş demektir. Kadın, hükümdarın şehveti ve maiyeti; üzüm, servet ve ziraatın feyz ve bereketi; taş, o devrin mancınık ve diğerleri ile harp araçları; bakış ve dönüş İsrailoğulları'nın gelmesinden sonraki tedbirler ve hazırlıklar; Hüdhüd, ilâhî tasarruf; taşın delinmesi, hükümet merkezi (baş şehir)nin fesat ve dağılması; boğazına geçmesi, harbe ait tedbirlerin tepkisi ve iç ihtilâl; sendeleyip yıkılmak devletin yıkılması; bu sırada Hz. Musa'nın yürümesi, İsrailoğulları'nın sonradan saldırması; üçbin küsüra nisbette Musa'nın on arşın boyu İsrailoğulları'nın ve bulundukları arazinin miktarıdır. Asâ, Hz. Musa'nın i'cazının gücü ve bunun on arşın boyu, harp yoluyla yürünülen mesafe; on arşın sıçrama, hiç harp edilmeksizin işgal edilen mesafe; otuzar arşın yükseklik, üçbin üçyüz kusûra nisbetle yok edilen kuvvet ve işgal edilen arazi; topuktan vurulup ölmek, koca bir devlet ve memleketin kenarından ve güzergâhından az bir yerin işgaliyle yıkılıvermesi ve nihayet etraftan üşüşüp başını koparmak, hükümetin yok olması ve memleketin komşu kavimler tarafından bölüşülüp istila edilmesidir.
İlk bakışta bundan İsrailoğulları'nın Arz-ı Mukaddes'e girişi Hz. Musa'nın hayatında olmuş gibi sanılırsa da, bunun yanlış olduğu söyleniyor. Şu halde Hz. Musa'nın da şahsı değil, maneviyatı ve dini düşünülmüş demek olur.
Şimdi bunları nakletmekten maksadımız, efsanelere karşı Kur'ân açıklamalarının sağlamlık ve eminliğini anlatmaktır. Kur'ân bize gösteriyor ki, İsrailoğulları'nın bu gibi efsaneleri, boyunu göklere çıkardıkları Acların, Ucların, devlerin asıl ve hakikatı iki kelimeden ibarettir: "zorba bir kavim". Bu ve bu gibi geçmiş ümmetlerin kıssalarında doğrudan doğruya Kur'ân'ın sağlam ifadesine dikkat etmek ve buluşları, hayalden gerçeğe nasıl yönettiğini anlamak gerekir. Tefsircilerin bu gibi yerlerde böyle hikayeleri nakletmekten maksatları, Kur'ân'ı bunlarla tefsir ve açıklama fikrini vermek değil, Kur'ân-ı Kerim'in sağlam beyanları ile geçmiş rivâyetlerin durumlarını ölçmek için bir ölçü ve misal vermektir. Bunu farkedemeyen ve ayıramıyanlar, Kur'ân'ın mânâsını bunlara döndürerek düşünmenin gerekeceği zannına düşerek pek çok hata etmiş olurlar. Allah Teâlâ bu gibi hatırlatmalar ile müslümanların diğer kitap ehli gibi efsaneler peşinde dolaşmamalarını ve hak dini vehimlerde ve hayaletlerde değil, gerçek hakikatte aramalarını hatırlatmış ve bunun için kitabına "Kitab-ı mübin" (açık kitap), "Kitab-ı hakîm" (hikmetli kitâp) demiş "O'nda muhkem âyetler vardır, onlar kitabın aslıdır" (Al-i İmrân, 3/7) buyurmuştur. Hakikat mümkün iken mecaza gidilmemesinin lüzumunu öğretmiştir. (Bakara sûresinde 26.ncı âyete ve Al-i İmrân sûresine bak.)
23-Kısaca İsrailoğulları Hz. Musa'ya karşı "Biz arz-ı mukaddes (mukaddes yer)e girmeyiz" diye dayattılar. Ancak korkanlardan, yani Allah'dan ve Allah'ın emrine karşı gelmekten korkanlardan iki er -rivayetlerin çoğuna göre Yuşâ ve Kâleb- ki Allah ikisine de nimet vermek suretiyle mesut etmişti, bunlar dediler ki, üzerlerine kapıyı tutunuz, giriniz, çünkü onu tutup girdiniz mi, siz muhakkak galipsiniz. Şu halde böyle yapınız ve ancak Allah'a dayanınız, eğer Allah'a ve Musa'nın peygamberliğine inanıyorsanız böyle yapınız. Allah'tan korkan ve mesud olan bu iki er,
Hz. Musa'nın peygamberliğine, vaadindeki ve verdiği haberindeki doğruluğuna hakkıyla iman etmiş olduklarından, gördükleri kuvvet ve heybete rağmen, Allah'ın lütfuyla, sözlerinde durarak, bu şekilde itimat ve güvenilirliklerini açıklamışlar ve kavimlerini itaate teşvik etmişler ve sürüklemişler ve bunlar başlangıçta bu sebatta Allah'ın nimetine mazhar oldukları gibi, sonra mukaddes arza girme nimetine de erişmişlerdir.
Başka bir rivayete göre İsrailoğulları'nın korkmakta oldukları zorbalar kavminden iki adam demektir. Bunlar, Allah'ın yardımı ile Hz. Musa'ya iman edip gelmişler ve zorbaların içlerinin dışları gibi kuvvetli olmadığını bildiklerinden bu şekilde teşvikte bulunmuşlardır. Dahhâk, Said b. Cübeyr ve Kaffâl bu mânâya kânidirler. Fakat önceki mânâ tercih edilmiştir.
"el-bâb"dan maksat, zorbalar memleketinin kapısı, yani girişi, güzergâhı demek olan bir şehir veya bu şehrin kapısıdır. İbnü Ebi Nüceym'in Mücahid'den rivayetinde (zorbaların şehri) diye vârid olmuştur. Ve bunun "Eriha" olduğu da nakledilmiştir.
24-Acaba Musa'nın kavmi bu garantiye karşı ne yaptılar? Büsbütün azıtıp dediler ki: Ey Musa, muhakkak ki onlar orada bulundukça, biz o yere ebedî olarak girmeyiz, kapı şöyle dursun o yere sonsuza dek ayak basmayız. Şu halde sen Rabbinle git de ikiniz harbediniz, biz muhakkak burada oturacağız, yani bir adım ileri gitmeyiz.
25-Hz. Musa, bunların sapıklık ve inadını, inkârlarını görünce tam hüzün ve kırgınlıkla ve ilâhî rahmet ve icabeti çekecek olan bir kalb inceliği ile Allah'a şikayet ederek, şöyle dedi: Ey Rabb'im! ben kendimden başkasına malik değilim, bir canım var ki, kudretim, iradem, hükmüm ancak ona geçer, bir de kardeşime, yahut kardeşimin de benim gibi. Şu halde bizimle şu itaatten çıkan, isyanda ısrar eden sapık kavmin arasını ayır, yani bize bizim hakettiğimize, onlara da kendi hakettiklerine göre hükmedip aramızı ayır. Demek ki Hz. Musa, ya o iki kişiye bile tamamen inanmayarak veya din kardeşi mânâsını kastedip, onları da hesaba katarak böyle dua etti.
26-Allah Teâlâ da, buyurdu ki o isyan ve bu dua sebebiyle bunlara o vaad edilen "mukaddes yer" kırk sene haram edilmiştir. Yani oraya girmeleri şer'î bir şekilde haram kılma ile dinen haram olmak mânâsına değil, men (yasaklama) mânâsına tekvînî haram etme ile kırk sene mahrum kılınmışlardır. Bu müddet içerisinde hiçbiri oraya giremeyecek. Şu kara yerde Tih içinde nereye gittiklerini bilemeyecek, açıkta vatansız, şaşırmış ve sersem, serseri olarak dolaşacaklardır. Bu hüküm, hürriyetlerini kötüye kullanan, peygamberlerini dinlemeyen o sapıklar hakkında Hak Teâlâ'nın kötü bir cezasıdır. Belli ki bu ifadeden bunların hepsi bu müddeti dolduracak ve sonra kurtulacaklar mânâsı anlaşılmaz. Ölenler ölecek, kalanlar girmek isterlerse girebilecek demek olur. Hatta bazı tefsirciler demişlerdir ki, "kırk sene", "tahrim" (haram kılma)nın değil, nin kaydıdır. Şu halde haram kılma, mutlaktır. Müddet ile kayıtlanan Tih'dir. Yani tîh halinde de nihayet kırk sene kalacaklar, fakat bunlara girişten mahrum kalma hali devamlı olacak, çünkü o zamana kadar hepsi ölecek, ancak evlatları olan yeni nesil girecektir.
Şaşırıp son derece hayrette kalmak; isim olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Bunun için İsrailoğulları'nın mahkum oldukları bu çöle "Sahray-ı Tih" (Tih çölü) denilmiştir.
Acaba bu müddet içerisinde Musa ve Harun Aleyhisselâm ne oldular? Nakledildiğine göre bu meselede rivayetler çeşitlidir. Bazıları Tih'te kalmadılar, demiştir ki, âyetin zahiri de bunu gösteriyor. Diğer bazıları ise kavimleriyle beraber Tih'te kaldıklarını, fakat bunun kendileri hakkında bir azab olmayıp, İbrahim'e ateşin soğuk ve selam olması gibi rahat ve selamet olduğunu söylemişlerdir. Bunu söyleyenler de şu noktada fikir ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba Harun ile Musa Tih'de mi vefat ettiler, yoksa çıktılar mı? Bir kısmı Tih'de önce Harun'un, bir sene sonra da Musa'nın öldüğüne, bundan sonra vasisi ve kızkardeşinin oğlu Yuşâ b. Nun peygamberlik göreviyle yerine geçerek, Kâleb de hayatta olduğu halde yeni nesil ile çok geçmeden ve hatta bir rivayette Musa'nın ölümünden üç ay sonra Arz-ı mukaddes'i fethettiğine kâni olmuşlardır ki, yaygın olan da budur. Diğer bir kısmı ise Hz. Musa'nın vefatından önce Tih'den çıkıp zorbalarla harp ettiğini ve üstün gelip Arz-ı Mukaddes'in bir kısmına girmiş olduğunu nakletmişlerdir.
"Tih" kelimesi hem masdar, hem isim olduğundan dolayı "Tih'de kalmak" deyimi iki mânâ ile düşünülmelidir: Birisi, hayretler içinde sersem bir şekilde kalmak; diğeri de çölde kalmak. Şüphe yok ki, birinci mânâ peygamberler hakkında tasavvur edilemez. Âyette gelen, azab ve ceza ifade eden ise bu mânâyadır. Bu mânâ ile Musa ve Harun Aleyhisselam Tih'te kalmamışlardır. Fakat çölde kalmak genelde böyle değildir. Bir çölde yerine getirilen vazifenin zor da olsa bir ceza ve azab olması gerekmez. Nitekim peygamberlerin âlemde en büyük zahmetlere uğramış oldukları ve bu imtihanın onlar hakkında bir azab değil, peygamberlik makamı gereğinden bulunduğu da bilinmektedir.Şu halde Musa ve Harun Tih'te "yetîhûn" (azab ve ceza içinde) değildiler. Fakat çölde yine İsrailoğulları'nın başında bulunuyorlardı demek olur. Hatta bu sayededir ki, İsrailoğulları bu ceza ve terbiye esnasında "Bunun üzerine taştan oniki su kaynağı fışkırdı." (Bakara, 2/60), "Ve bulutu üstünüze gölgelik çektik, size kudret helvası ve bıldırcın indirdik." (Bakara, 2/57) mucizelerinden istifade etmeye devam etmişler ve yeni bir nesil yetiştirmişlerdi. Yoksa kırk yılda değil, kısa bir zamanda tamamen yıkılıp giderlerdi. Arz-ı mukaddes'e girme meselesine gelince, Beyt-i Makdis mevkisine ve Şam toprağına giriş, Hz. Yûşâ zamanında olmakla beraber, ilk hareket ve zorbaları ilk mağlûb eden darbeyle "bâb"e (kapıya) giriş, Hz. Musa'nın hayatında vaki olmuş olduğu anlaşılıyor.
Şu halde ey Musa böyle sapık kavme, sapıklar güruhuna üzülme, bunlar cezayı haketmişlerdir. Rivayet edilir ki, Musa Aleyhisselâm duasına nedâmet etmiş, bunun üzerine böyle buyurulmuştur.
İşte ey Muhammed, sen onlara bu kıssayı hatırlat, yine uyanmazlarsa sen de böyle sapıklara üzülme ve sonraki cinayetlerinin hükmüne bir hazırlık yapmak üzere:
 

                    Mūsā (Moses) Tells the Giant Cüj Ibn Canāq How to Curb an Appetite | How to Curb an Appetite |Mūsā   (Moses) Tells the Giant Cüj Ibn Canāq How to Curb an Appetite Tarjuma-i Thawāqib-i manāqib (A Translation of Stars of the Legend), in Turkish The translation was ordered in 1590 by Sultan Murād III (r. 1574–95)




ÛC b. UNUK

(عوج بن عنق)


İsrâiliyat kaynaklı efsanevî bir dev.

İslâmî kaynaklarda bu varlığın adı hakkında Ûc (Âc) b. Ûk (Anak / Anâk) şeklinde farklı rivayetler de vardır. Muhammed b. Ahmed el-Ezherî doğrusunun Ûc b. Ûk olduğunu belirtmekte (Tehźîbü’l-luġa, III, 49; krş. Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿavc” md.), bazı kaynaklarda ise Unuk’un (Anâk) onun annesi, Uk’un da babası olduğu nakledilmektedir (Sa‘lebî, s. 241; Kisâî, s. 233). Fîrûzâbâdî’ye göre Ûk, Ûc et-Tavîl’in babasıdır ve bu kelimenin Unuk şeklinde kullanımı yanlıştır (Ķāmûs, “Ǿavķ” md.). İlk müfessirlerden Mukātil b. Süleyman onun adını Ûc b. Anâk bint Âdem olarak vermektedir (Tefsîr, I, 291- 292). Kâ‘b el-Ahbâr’ın naklettiğine göre Ûc’un babası Hâbil’i öldüren Kābil, annesi de Kābil’in kız kardeşi Anâk’tır. Yirmi yaşında iken babası, 200 yaşında iken annesi ölmüştür. Ûc, annesini öldürmek isteyen şeytana engel olmuş, bunu gören annesi de uzun ömürlü ve güçlü olması için ona dua etmiş ve bu dua kabul edilmiştir. Ûc’un 3300 veya 23.333 arşın boyunda olduğu ve 3000 yıl yaşadığı nakledilmektedir (Sa‘lebî, s. 241; Kisâî, s. 233).

Denizler yükseldiğinde ancak topuklarına kadar çıkmakta, yürüdüğünde toprak titremekte, ağladığında gözlerinden akan yaşlar bir nehir oluşturmakta, günde bir defa iki iri fil yemekte, deniz
kenarında iken elini uzatarak balık yakalayıp onları güneşe tutarak kızartmakta, susadığında ağzını dayadığı nehrin akıntısını kesmekte, yılda sadece iki defa uyumaktadır. Hz. Nûh’a gemi yapımında kereste taşıyarak yardım etmiş, tûfan onun ancak topuklarına veya dizlerine kadar ulaşmıştır. Nemrud zamanında çok gururlanıp gökleri idare etmeye kalkmış ve cezalandırılmıştır. Taberî'nin Tevrat ehlinden naklen verdiği bilgiye göre Nûh tûfanından gemiye binenlerin dışında sadece Ûc b. Unuk kurtulmuştur (CâmiǾu’l-beyân, XV, 316). Rivayete göre tûfanda Hz. Nûh’un yanına gelerek kendisini gemiye almasını istemiş, fakat Nûh, “Git ey Allah’ın düşmanı! Seni gemiye alma emri almadım” diyerek onu geri çevirmiştir. Diğer bir rivayette ise Hz. Nûh’un ondan gemiye binmesini istediğinde, “Tabağım kadar gemine nasıl bineyim” dediği nakledilmektedir. Bir yoruma göre Ûc, Nûh’a iman etmediği halde gemi yapımında kerestenin taşınmasında yardımcı olduğu için tûfanda boğulmamıştır.

Hz. Mûsâ, Yûşa‘ b. Nûn’u hak dini tebliğ için Firavun’a gönderince Firavun’un yanında Ûc da bulunmaktaydı. Ûc, Firavun’un kızını almak için dev gibi kayalarla Benî İsrâil yurdunu yok etmek ister, fakat Allah oraya hüdhüd kuşunu gönderir ve hüdhüd büyük bir taşı oyarak Ûc’un boynuna geçirir, daha sonra da onun beynini oyar. Bu sırada 20 zirâ boyundaki Mûsâ, 20 arşın zıplayarak 20 arşın boyundaki asâsı ile Ûc’un ancak topuğuna erişebilir ve onu öldürür (Kisâî, s. 234-235). Diğer bir rivayete göre Hz. Mûsâ on iki kabileden seçtiği on iki temsilciyi arz-ı mev‘ûda gönderdiğinde Ûc b. Unuk onları başının üzerindeki odun demetinin içine koyarak hanımına götürmüş ve ayağının altında ezmek istemiş, ancak hanımı onları öldürmeyip gördüklerini kavimlerine anlatmaları için geri gönderilmelerini söylemiştir. On iki temsilci geri döndüğünde durumu anlatmış, İsrâiloğulları da Allah’ın emrine rağmen orada çok zorba bir kavim bulunduğunu ileri sürerek (el-Mâide 5/22) vaad edilen topraklara girmemiştir (Sa‘lebî, s. 241-242). Bir rivayete göre ise Ûc b. Unuk öldüğünde onun Nil üzerine düşen gövdesi insanlar tarafından bir yıl köprü olarak kullanılmıştır. Bazı tefsirlere göre Ûc b Unuk, Amâlikalılar’ın reisiydi (İbn Kuteybe, s. 278 vd.; Hâzin, I, 64; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 76, 80; el-Bidâye, I, 107, 260).

Nûh tûfanını ve İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışını anlatırken yukarıdaki bilgilere değinen İbn Kesîr bunların akla ve nakle aykırı hezeyanlar olduğunu, tûfanda Nûh’un oğlu boğulduğu halde Ûc’un boğulmamasının düşünülemeyeceğini, onun boyu ile ilgili rivayetlerin Âdem’in boyu ile ilgili sahih rivayetlerle çeliştiğini, bütün bunların kutsal kitaplarını tahrif eden Ehl-i kitabın fâcir ve zındıkları ile İsrâiloğulları’nın cahilleri tarafından uydurulduğunu söylemektedir (el-Bidâye, I, 107, 260). İbn Kuteybe de söz konusu rivayetlerin cahillerin bile anlayabileceği bir yalan olduğunu, ne Resûlullah’tan ne de ashabından böyle bir şeyin nakledildiğini belirtmektedir. İbn Kuteybe Ûc ile ilgili rivayetleri zındıkların İslâm’ı lekelemek için uydurduğunu, avamın dikkatini çekmek isteyen kıssacıların bu gibi haberlere itibar ettiğini, bunların Câhiliye Arapları’nın hurafelerine benzediğini kaydetmektedir (Teǿvîl, s. 278 vd.). Sahih hadis kaynaklarında Ûc’la ilgili rivayetlere pek rastlanmazken Şîrûye ed-Deylemî'nin Enes b. Mâlik'ten naklettiği bir rivayette ondan söz edilir. Buna göre Ûc b. Unuk 3700 yıl yaşamıştır. O denize dalıp büyük balıkları yakalıyor ve güneşte kızartıp yiyordu (el-Firdevs, III, 59). Hz. Âdem’in boyu ile ilgili sahih rivayetler ve güneşle dünya arasındaki mesafenin uzaklığı açısından bu rivayet reddedilmiştir.

Ûc hakkındaki rivayetlerin İsrâiliyat kaynaklı olduğunda şüphe yoktur. Eski Ahid’de yer yer devlerden, bu arada Nefilim (Nefhilim: iri adamlar) adı verilen eski zamanlarda yaşamış zorba ve meşhur adamlardan söz edilmektedir (Tekvîn, 6/4). İsrâiloğulları’nın vaad edilmiş topraklara girmek istememelerinin sebebi burada bulunan, onların yanında kendilerini çekirge sürüsü gibi gördükleri uzun boylu adamlardır ki bunlar Nefilim’den olan Anakoğulları’dır (Sayılar, 13/30-33). Tevrat’ta uzunluğu 9 arşın, eni 4 arşın olarak verilen, yatağı demirden olan, Başan ülkesinin Amorî kralı Og’dan söz edilir (Tesniye, 3/11; DB, IV/II, s. 1759). Talmud ve Midraşlar’da da Ûc’a benzer Og tasvirleri yer almaktadır. Buna göre Og, Hz. İbrâhim’in hizmetçisidir. Yaptığı hizmetlere karşılık âzat edilerek kral olmuş, krallığı esnasında altmış şehir kurmuştur. Lût’un kaçırıldığını Hz. İbrâhim’e o haber vermiştir, fakat onun asıl niyeti Sâre’yi elde etmektir. Bu yüzden daha sonra Hz. Mûsâ tarafından öldürülmüştür. Uyluk kemiği 3 fersahtan daha uzundur. Dev cüssesi ve ağırlığı sebebiyle hayatı boyunca hep demir yatakta yatmıştır. Uzun olan sadece boyu değildir, aynı zamanda boyunun yarısı kadar eni vardır. Günde 1000 sığır yemekte ve 1000 litre su içmektedir. İsrâiloğulları’nı yok etmek için 3 fersah boyundaki bir dağı yerinden söküp başının üstüne koymuş, İsrâiloğulları’na yaklaştığında karıncalar dağı delmiş ve dağ halka gibi boynuna geçmiş, bunu gören Mûsâ eline 12 arşın boyunda bir balta almış, 10 arşın zıplayarak Og’u ancak topuğundan vurmuş ve onu öldürmüştür (Ginzberg, IV, 256-259). Byblos’ta bulunan ve milâttan önce V. yüzyıla tarihlenen Finike yazmalarında da bu yaratıktan söz edildiği anlaşılmaktadır. Milâttan önce II. yüzyıla tarihlenen apokrif kitaplardan biri de “Ogias the Giant”tır (Devler kitabı).

İsrâiloğulları’nın gözlerinde büyüttükleri düşmanlarının zamanla dev masallarına dönüştüğü ve İslâm kaynaklarının da bunları eleştirmekle birlikte kaydettiği anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye ve Ali el-Kārî gibi âlimler bu tür haberlerin uydurulmasından ziyade bunların tefsir, hadis ve siyer kitaplarında yer almasının şaşırtıcı olduğunu, bu gibi rivayetlerin peygamberler ve onlara uyanlarla alay etmek için zındıklar tarafından uydurulduğunu söyler (el-Menârü’l-münîf, s. 77; el-Esrârü’l-merfûǾa, s. 447-448).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehźîbü’l-luġa, III, 49; Mukātil b. Süleyman, Tefsîru Muķātil b. Süleymân (nşr. Ahmed Ferîd), Beyrut 1424/2003, I, 291-292; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393/1972, s. 278 vd.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), XV, 316; Sa‘lebî, Arâǿisü’l-mecâlis, Kahire 1374/1954, s. 241-246; Muhammed b. Abdullah el-Kisâî, Ķıśaśü’l-enbiyâǿ (nşr. I. Eisenberg), Leiden 1922, s. 233-235; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, III, 59; Ferrâ el-Begavî, MeǾâlimü’t-tenzîl (nşr. M. Abdullah en-Nemr v.dğr.), Riyad 1417/1997, I, 98; III, 29, 38; IV, 180; Hâzin, Lübâbü’t-teǿvîl, Beyrut 1399/1979, I, 64; II, 25; İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menârü’l-münîf (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1403/1983, s. 76, 77; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm (nşr. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyad 1420/ 1999, III, 76, 80; a.mlf., el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ahmed Ebû Mülhim v.dğr.), Beyrut 1989, I, 107, 260; Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûǾa bi’l-aħbâri’l-mevżûǾa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 447-448; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûĥu’l-beyân, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), I, 147; II, 101, 291-292; III, 200; IV, 84; W. Rölling, “Eine New Phoenizische Inschrift aus Byblos”, Neue Ephemeris für Semitische Epigraphik, Wiesbaden 1974, II, 1-15; Concordance to the Good News Bible (ed. D. Robinson), Suffolk 1983, s. C418 (giant), C839 (Og); Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992, s. 49, 54; L. Ginzberg, Les légendes des juifs (trc. G. Sed-Rajna), Paris 2003, IV, 256-260; B. Heller, “Ûc”, İA, XIII, 5-6; R. F. Johnson, “Og”, IDB, III, 591; “Og”, EJd., XII, 1341-1342.

Kaynakça
1- KURAN'I KERİM TEFSİRİ (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR) 5-MAİDE: 


2-http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=420034