16 Şubat 2016 Salı

SAİD NURSİ’NİN KURAN’A AYKIRI GÖRÜŞLERİ







De ki; ameller bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?

Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanırlar. Keyf 103-105


İnsanoğlu, büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece bir küçük

adamdır; mutlu olmak için heveslerle doludur,fakat bir gün anlar ki,sadece mutsuzdur;

mükemmel olmak için büyük hevesler taşır,fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur;

insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kimse olmak için devamlı ümitler taşır, fakat

bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı insanların sadece hoşgörüsüne lâyıktır. Pascal, Pensées.


Ya da “Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin?” dememeniz için. İşte Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız, umulur ki dönerler. (A’RAF SURESİ / 173)

Hayır; dediler ki: “Gerçekten atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana (hidayete) yönelmiş (kimse)leriz.” (ZUHRUF SURESİ / 22)

Said Nursi bu gün nurcuların manevi lideridir ve öncüsü dür. Gerek Said Nursinin kitapları olsun Gerekse Fetullah Gülenin kitapları olsun Bunlar Nurcular için İlahi denenecek kadar kutsal kitaplardır. Ve bu ilahi kitaplar olarak inanılan eserler bu gün Nurcular tarafından ,dünyanın dört bir tarafına yayılıp değişik dillere tercümeler yaptırılıp insanların okumasını sağlamaktadırlar. Hatta uluslar arası risale-i nur konferansları düzenlenip bir çok insanın bu mesajlara ulaşmasını sağlamaktadırlar.

Üniversitelerdeki nurcular tarafından kurulan bir çok yurtlarda, dershanelerde abi-ablalar olarak görevlendirilen insanlar tarafından öğrencilere risale-i nurlar ve Fetullah Gülenin kitapları okutulmaktadır. Öğrencilerin okumaları için özel hediyeler verilip ve öğrencilere özel organizeler düzenlenip bunların adı altında düşünceler empoze edilmektedir.

İçlerindeki birçok abi-abla dedikleri insanlar ne kadar büyük bir vebal içinde olduklarının farkında dahi değildirler. Onlar bunları hep hizmet adı altında Allahın rızasını kazanırız niyetiyle yapmaktalar.

Kesinlikle bugün Nurcular Allah’ın kitabından fazla Risale-i nuru okuyorlar. Nurcular tarafından verilen herhangi bir sohbete gittiğiniz vakit, orada Kuran’ın anlaşılmasına yönelik tek bir sohbet yapıldığını göremezsiniz. Aynı şekilde orada mevcut bulunan kütüphaneye baktığınız vakit Risale-i nurların içinde Kuran’ı bulma şansınız çok düşüktür. Çünkü genelde orada Kurana yeterince değer verilmediğinden dolayı risale-i nurlar arasında yer alması da mümkün olmamaktadır.Olsa dahi Kur’an ,sadece sembolik bir anlam ifade etmekte olup rafa kaldırılmıştır.

Nurcular kendi mensuplarını risale-i nura göre yetiştirmekteler.Kendi cemaatine mensup olan insanların düşüncelerini risale-i nurun bilgilerine göre inşa etmektedirler. Ve risale-i nuru açıklayan, onu anlatan yüzlerce kitap yazılmıştır.Bir çoğu da bu cemaat de görevli insanlar tarafında yazılmaktadır. Yani Nur cemaatinin Rehberi Risale-i Nurdur desek abartmış olmayacağımız kesindir. Nurcular Risale-i nura göre bir yaşam ve risale-i nura göre bir hareket metodu izlemektedirler. Nurcular hatta Risale-i nuru yazan üstadlarını öyle taklid etmişlerdir ki, erkekleri tıpkı Said Nursi gibi bıyıklarını kısaltıp Said Nursi gibi sakallarını kazıtmaktadırlar. Gerçekten inançlarının öncüsü olan bu insana bu kadar bağımlı olmaları hayretle karşılanacak bir durum değildir de nedir?

İslam dininin mensuplarının bu anlamda örnek alacakları örnek şahsiyet Hz Muhammed(s.a.v.) olması gerekmez mi?

Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb Sûresi, 21)

“Andolsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 33/21)

Said Nursi risale-i nurun bir kurtuluş kitabı olduğu insanın hem Dünya hayatını hem de ahiret hayatını kurtardığını hiç çekinmeden kitabında şu sözlerle anlatmaktadır.

Onlar, ruhumuzun gıdası ve ebedî saadetimizin anahtarıdır (1)“Bu acayip ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, özellikle müminlerin çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve katıksız kafirlik ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en sağlam, güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz donanımına sahip olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine sığınmakla ve onun kutsal çerçevesine girmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, ebedî yokluk zannettiğiniz ölümü bir ebedi hayata çevireceksiniz. (2)


Görüldüğü gibi risale-i nuru kutsal bir kitap haline Saidi nursinin kendisi getirdi. Onun yolunda giden insanlar sonradan kitaplarını kutsallaştırmadılar. Bizzat kendi sözleriyle kendi yazmış olduğu kitapları kutsallaştırdı.

Hiçbir Müslüman Allah’ın kitabı dururken , Allahın kitabına rağmen kendi yazmış olduğu kitapların insanlar için mutlak kurtuluş yoludur diyemez. Çünkü doğru yolu gösteren Mutlak anlam da Allah dır. İnsanların hem dünya saadetlerini hem de ahiretlerini kurtarabilecek tek bir kitap varsa o da hiç şüphesiz Allah’ın kutsal kitabı KURAN dır…

İnsanların hem dünya hem ahiretini kurtaran bir kılavuz ve yol gösterici olduğunu iddia eden bu hitaplar ve söylemler Kur’anı bile devre dışı bırakmıştır.Oysa bunu Allah Kur’an da kendi kitabı için söylemektedir. Ne yapalım şimdi ey okuyucu ! Kur’anı bırakıp da Risale-i nurlarlamı doğru yola ulaşmaya çalışalım? Oysa Allah cc insanların karanlıklardan batıl yollardan kurtaran tek kaynağın Kur’an olduğunu bizlere kendi kitabında şu ayetlerle bildirmektedir.

Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim. 1)

Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir;İsra 9

De ki: ‘Gerçek yol gösterme ALLAH’ın yol göstermesidir. Evrenlerin Rabbine teslim olmakla emredildik.’Enam 71

Görüldüğü gibi Kur’an İnsanları karanlıklardan,şirklerden,hurafelerden,batıl sistemlerden kurtarıp Allah’ın o aydınlık nurlu yoluna ileten ilahi bir rehberdir. Allahın kitabı dururken Nurcuların Said nursinin Kitabını kurtuluş kitabı olarak görmeleri onların Kuran’ı tek kurtuluş kitap olarak görmediklerini gösterir. Kuranın dosdoğru yola ileteceğine inanan insan kuran dan fazla risale-i nuru okuyup anlamaya çalışmaz. Risale-i Nuru okuyup anlamaya çalışacak vakitlerini Kuran’ı daha iyi anlayıp yaşamaya harcamaları gerekirdi. İnsanları risale-i nurlara değil Kurana davet etmeleri gerekirdi. Ey Rabbim benim bu kavmim bu kuranı büsbütün terk etti. Furkan 30 evet işte kuran bu şekilde terk edilmiş bir kitap haline dönüştürüldü.. Allahın kitabından fazla okunan her kitap bizim Kuran dan bir adım daha uzaklaşmamızı sağladı.

İnsanlar bu gün Kurtuluşu cemaatlerin kitapların da ve insanların yazdıkları kitaplarda aramak dadırlar.

(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır.Rum 32


Şimdi nurcuların kendilerine rehber edindikleri ve dünyanın dört bir tarafına yaydıkları Said Nursi nin kitaplarında Allahın dinine aykırı görüşleri aktaralım.Nurculara Kur’an dan fazla okutulan Risale-i nurun nasıl bir kitap olduğunu içinde kurana aykırı olabilecek görüşleri aktaralım.

“Bediüzzaman Said Nursî, Hicrî on dördüncü ve Miladî yirminci asrın minaresinin tepesinde durup, çağdaşları olan Müslümanlara ve insanlığa bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve gelecek sıralarında saf tutmuş olan gelecek nesil ile en büyük mürşit ve en büyük müceddid olarak konuşuyor (3)

Görül Düğü gibi Saidi nursinin zamanın en büyük müctehidi en büyük mürşidi olduğu ilan ediliyor. Şimdi bu kadar büyük biri olduğu iddia edilen insanın akidesini kuran ışığında inceleyelim. Bu yazıları okuyan nur cemaatine mensup okuyucular!!! Madem ki Said Nursiyi putlaştırmadığınızı ve bir alim olarak gördüğünüzü İddia ediyorsunuz o zaman Said Nursinin sözlerini Allah’ın kitabı ışığında inceleyip Kurana ters olan bütün düşüncelerini reddetmeniz gerekmez mi?

Şimdi burada nurculara bir çağrıda bulunmak istiyorum eğer siz üstadınızın kurana ters düşüncelerinin olmadığını söylüyorsanız sizi Allahın kitabını hakem kılmaya davet ediyorum.Aramızdaki bu ihtilafı Allahın kitabına götürmeye varmısınız ?

Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasulune götürün, bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. ” (Nisa, 59)


RİSALE-İ NURUN ALLAH TARAFINDAN İNDİRİLDİĞİ İDDİASI

Said Nursi şu sözlerle kendi yazmış olduğu kitabın Kuranın indiği arştan inmedir diyor. Yani bu şu demek Kuran Arş dan Allah tarafında bana indirildi.

Doğuda da batıda da olmayan bir zeytin” cümlesi şunu söyler: “Elektriğin kıymetli metaı, ne doğudan ne de batıdan ithal edilmiştir. O yukarıdan, hava boşluğundan, rahmet hazinesinden, göklerden iner; her yerin malıdır. Onu başka yerde aramaya lüzum yoktur. Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur da aynı şekilde, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden ne de Batı’nın felsefe ve fen bilimlerin bilimlerinden gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nurdur. Ama semavî olan Kur’ân’ın, Doğu ve Batı’nın üzerinde olan Arş’daki yüksek yerinden alınmıştır (4)

Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası:

“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok… Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemutun eserinden fışkıran kerametli bir Nurum (5)


benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o şeser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te’min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale olan “Otuzuncu Söz”ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ.(6)

Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’andan başka me’hazı yok, Kur’andan başka üstadı yok, Kur’andan başka mercii yoktur. Te’lif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu.Doğrudan doğruya Kur’anın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. (7)


Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.(8)


Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?(9)


Bunların, Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. “Celcelutiye” ve “Mesnevî-i Şerif” ve “Fütûh-ul-Gayb” ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir’at-ı ve ma’kesi hükmündedirler.


Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince:


Bu eser-i âlişan (…) Nur-u Mahz-ı Kur’ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır(10)


Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um (11)


“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kur’ân’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilidir. Kur’ân âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir(12)


CEVAP

Kendi yazmış olduğu kitapları kutsallaştırıp bizzat kendisine Allah tarafında arş dan kuranın indiği yerden inmedir diyor.

Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (Bakara:79)

Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç bir şey vahyolunmamışken “Bana da vahy geldi” diyen ve “Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim” diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen.”(Enam suresi:93)

“Onlardan bir takımı da Kitab’ı okuyormuş gibi dillerini bükerler ki, siz onu Kitaptan sanasınız. Ama o Kitap’tan değildir. “Bu Allah katındandır” derler, hâlbuki Allah katından değildir. Onlar o yalanı Allah’a karşı, bile bile söylerler”. (Al-i İmran 3/78)

Görüldüğü gibi Said Nursi kendi yazmış olduğu Kitabın Semavi yani Kuranın indiği yüksek yerde indiğini söylemek dedir. Saidi nursi çok acık olarak Risaleyi Nuru Allah tarafından kendisine indirildiğini söylemek dedir. Allah tan yüksek Arş dan aldığını iddia ederek Kendi Peygamberliğini iddia etmiş oldu. Çünkü islama göre Allah cc kitapları ve suhufları sadece Peygamberlere ve resülerine indirmek dedir. Kim ki Peygamber olmadığı halde Allah tan Arş dan yüksek yerinden kitap indirildiğini iddia ederse bu kişi Alemlerin Rabbine iftira etmiş dir. Ve yalancıdır. Saidi nursi Peygamber olmadığına göre söylermisiniz Allah tan kitap aldığını nasil idda edebilir ?

Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.), “Tefsir’i Ruh’ul Meânî”de şöyle diyor: “Nebi kelimesi, rasûl kelimesine oranla daha yaygındır. O halde, Rasûlullah (a.s.)’ın ‘Hatem-en Nebiyyin’ olması bakımından ‘Hatem el-Mürselin’ yani rasullerin sonuncusu alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in nebi veya rasûllerin sonuncusu olması, kendisinden sonra ister cinler ister insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik, resûllük veya peygamberlik sıfatına sahip olamayacağı demektir”(13)

Rasûlullah’tan sonra vahiy veya peygamberlik iddiasında bulunan herkes kâfir olmaya mahkumdur. Bu hususla Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur“(14)

Said Nursî ve talebeleri, bu sözleriyle aslında ilhamdan da öte şeyler ihsas etmektedirler. Ancak, biz burada sadece, açıkça iddia edilen “ilham” üzerinde duracağız.


Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akait kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan olmadığı beyan edilmiştir:


Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:


İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası değildir(15)


Kelâm ilminde, sadece peygamberlerin ilhamı, bilgi kaynağı olarak kabul edilir (16)


Nebi’nin kalbine şeytanın attığı vesvesenin nesh ve izale olunması ve Allah Tealâ’nın kendi ayetlerini muhkem hâle getirmesi şarttır. Zira nebi, hak üzeredir. Muhaddesin kalbine doğan ilhama ise şeytanın birtakım şeyler sokuşturması ve bunların nesh ve izale edilmemesi, dolayısıyla içerisine düştüğü birtakım hatalarında devam etmesi mümkündür. Muhaddes, içine doğan fikirleri ve ilhamları peygamberin getirdiği şer’î ölçülere vurmak, yanlış olanlarından yüz çevirmek mecburiyetindedir. (17)


Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine Hz. Peygamber’den bir söz hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu sözle amel ederdi. Bazen bir şey söyleyip, kendisine “isabetlisin!” denildiğinde o: “Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!” şeklinde cevap verirdi.

İşte kendisine ilham olunan kimselerin en önde geleni böyle olduğuna göre, kıyamet gününe kadar, kendisine Rabbinin bir şeyler haber verip ilham ettiğini söyleyen her kalp sahibi, Ömer’den aşağı mertebede bir kimse olarak asla masun değildir. Tam tersine, bu durumda onların tamamı için yanılmak mümkündür. Her ne kadar bir grup, velinin Allah’ın koruması altında (mahfuz) olduğunu iddia ediyorsa da, bu böyledir. Onlara göre bu koruma, peygamberler için kabul edilen ismet (hata ve günahlardan korunmuş olma) sıfatının bir benzeridir ki, böyle bir iddia yanlıştır ve islama aykırıdır.



Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü, bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir.Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık, muhaddesten daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü, sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.(18)


Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, “Kendi reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir.” Demiştir.(19)


İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde der ki:


Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları, Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz. (20)

Cüneyd der ki: “Ebu Süleyman Daranî şöyle buyurmuştur: Bazen kalbime, sufilerin sözünü ettikleri cinsten nükteler gelir ve günlerce bekler. Ben onu, Kitaptan ve Sünnetten iki adil şahit, şahitlik etmedikçe kabul etmem.”


Ebu Zeyd el-Bistamî demiştir ki: “Kişiye pek çok kerametler verilse, hatta havaya bağdaş kurup otursa, sakın onun bu kerametine aldanmayasınız. Ancak, onun emir ve nehiyler itibariyle, şer’î hudut ve ölçüler bakımından nasıl olduğuna bakın, ona göre hüküm verin.”


(…) Seriyy es-Sakatî şöyle demiştir: “Bir kimse, ilmin sırrına ve bâtınına vâkıf olduğunu iddia eder, fakat hükmün zahiri kendisini yalanlarsa, elbette böylesi büyük bir hata içindedir.”


Yine Cüneyd şöyle demiştir: “Bizim bu mesleğimiz, Kitaba ve Sünnete uygunluk şartına bağlıdır. Kur’an’ı hıfzetmeyen, hadis yazmayan ve fıkıh ilmiyle meşgul olmayan bir kimse, kendisine uyulacak birisi değildir.”


Ebu Bekir ed-Dekkak şöyle der: “Zahirde emir ve nehiylerin hududunu zayi eden bir kimse, bâtında kalbî müşahededen mahrum kalır.”


Ebu’l-Hasan en-Nurî şöyle der: “Bir kimsenin, şer’î ölçünün dışında kalan bir hâl sahibi olduğunu iddia ettiğini gördüğün zaman, sakın ona yakın olma! Yine bir kimse ki, kendisinin hâl sahibi olduğunu iddia eder, fakat şeriatın zahiri kendisini tasdik etmezse, öylesini de din ve maneviyatta muteber tutma!”


Ebu Said el-Harraz da bu hususta şöyle demiştir: “Zahirin desteklemediği her bâtın, batıldır.”


el-Cerirî şöyle der: “Bizim bu mesleğimiz, bir tek cümlede toparlanır: Kalbin devamlı murakabe hâlinde bulunacak ve ilim zahirin üzerine kaim olacak!”


Ebu Hafs el-Kebir ise şöyle demiştir: “Bütün fiil ve hâllerini Kitap ve Sünnet ile tartmayan ve şahsî zan ve hatıralarını itham etmeyen (şahsî görüşlerinde ve ilhamlarında hata kabul etmeyen) bir kimseyi, sakın manevî adamlar zümresinden saymayınız (21)


SAİD NURSİ’NİN ALLAH HZ ALİYE BİR TANE SAYFA İNDİRDİ İFTİRASI

“Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyorki: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum”. İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:“Dünyanın başından kıyamete kadar ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar.(22)

CEVAP


Said Nursi Bizzat Cebrail vasıtasıyla Hz Aliye de bir sayfa indirildiğini söylemek dedir. Şimdi Hz Ali peygamber olmadığına göre sadece bir sahabe olduğuna göre Hz Aliye de Allah tarafında sayfa indiğini söylemek Allaha iftira değilmi?

Said Nursi Allah Hz Aliye bir sayfa indirdi demekle Allaha çok acık bir şekilde iftirada bulunmuştur.Hiç şüphesiz Allah’a iftira atmak Allahın söylemediği bir şeyi Allaha söyledi diyip Allah adına yalanlar uydurmaktır. Said Nursi Allah Hz Aliye sayfa indirdi iddiasını Allahın kitabına dayandırmadığı İçin Allaha iftira atmıştır. Allaha İftira atanlara Allah şöyle buyuruyor.


Bilgisizce, sırf insanları saptırmak için Allah’a yalan isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir? Allah, şüphesiz, zalim kimselere hidayet etmez En’âm, 144.

Artık bundan sonra kim Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzerse, işte onlar, zalim olanlardır. (Ali İmran Suresi, 94)

Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerin kıyamet günü zanları nedir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler. (Yunus Suresi, 60)

Allaha karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir? İşte bunlar, Rablerine sunulacaklar ve şahidler: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Haberiniz olsun; Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. (Hud Suresi, 18)

Said Nursiye göre bu sayfa öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından başlayıp, kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar bu sayfada yer alıyor. Aslında baktınız da Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olması gerekir.Tek bir sayfada kıyamete kadar olup biten her şeyin yazılması mümkün değil dir. Böyle sihirli bir sayfa anca Masallarda çizgi filmlerde hayali şeylerde ola bilir. Cebrail’in Ali’ye böyle bir kitap verdiğini kabul etmek, onu Peygamber saymaktır. O kitapta var olduğu söylenen ilim ve sırları Peygamberimizin bilmediği kesin olduğu için Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş olur bu şekilde.

“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır . Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)

Said Nursî; uydurulmuş, düzülmüş metinleri vahye izafe etmeye oldukça meraklıdır. O, bir şeyin vahiy olup olmadığı konusunda ilmî disiplinden ve ciddiyetten o kadar uzaktır ki, işine gelen her metni vahiy diye takdim etmeye hazırdır. Ne üdüğü belirsiz bu sahife nerededir?Hz. Peygamber’e vahiy olarak gökten, yazılmış hiçbir metnin inmediği Müslümanlarca bilinen ve üzerinde ittifak edilen bir konu iken, bu öyle bir uydurmadır ki, içinde hem vahye, hem vahyedene hem de vahyedilene karşı saygının kırıntısı bile yoktur. Vahyin tek muhatabı Hz. Peygamber olduğu hâlde, hem de onun huzurunda, getirdiği yazılı bir vahiy metnini Cebrail (a.s.)’e Hz. Peygamber’in değil de Hz. Ali’nin kucağına düşürttüren bu uydurukçuların alçaklıkları ve hain ve pis emelleri o kadar barizdir ki, Hz. Ali’nin değil Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamber olduğuna inanan her Müslüman bunu fark eder. Allah, bu kezzap ve deccalları kahretsin! (23)

Böylece Said Nursî’nin; adları Bâtınî, Rafızî, Hurufî, Karmatî kardeşlerinden sonra Gurabî (24)


adında bir kardeşi daha olduğunu öğrenmiş olduk…


Evet, Said Nursî’nin bu sözleri onun bir Şiî, hem de Gulâttan bir Şiî olduğunun en açık göstergesidir. Bu fırkaya Gulât denmesi, Hz. Ali konusunda aşırılığa gitmelerindendir. Ona bir taraftan ulûhiyet, bir taraftan nübüvvet ve bir taraftan da nübüvvette ortaklık nisbet etmektedirler(25)


Bilgisizce, sırf insanları saptırmak için Allah’a yalan isnat eden kimseden daha zalim kim olabilir? Allah, şüphesiz, zalim kimselere hidayet etmez En’âm, 144.



SAİD NURSİNİN ÖLÜLERDEN YARDIM İSTEMESİ

Said Nursi çevizlerini kaybetiği zaman Abdül Kadir Geylaniyi yardıma çağırması

“Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acaiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu. (26)


Abdül kadir Geylani bir Şiirinde şöyle buyuruyor.

” Garbda beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim”

Evet Doğrudur. Arabi tarih ile bin üçyüz otuz dokuzda,müdhiş bir buhranı ruhi ve dehşetli bir heyecanın kalbi ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikri geçirdiğim sıralarda,pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs dan istimdat (yardım ) eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, ”Fütuhul Gayb) kitabı ile ve Dua ve himmetiyle imdadıma yetişdi ve o buhranı geçirdim…(27)

İlm-i Cifirle manasına: ’’ Ya Said ! Ahir zamanın fitnelerine yetişip düşdüğün zaman,dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşallah senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufiyet zamanında ta ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar. Yani bin ikiyüz doksan dörtten, ta,bin üçyüz kırkbeş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim. (28)

RUS SAVAŞINDA ABDÜL KADİR GEYLANİNİN KENDİSİNE YARDIM ETİĞİNE İNANMASI

Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin işârâtını teyid eden üç remizBirinci remiz: ilm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin üç yüz otuz altıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, “Bu tarihte, istikbalde gelecek müridini emr-i İlâhî ile muhafaza ederek” diyor. Evet, bu biçare Said dahi diyor: Nev-i beşere gelen en büyük bir musibet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel harika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar, üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-i kalb içinde muhafaza edildim.Bunun gibi müteaddit tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.(29)

CEVAP

Görüldüğü gibi Said nursi Ölmüş insanlardan yardım isteyerek Allaha açıkça şirk koşmuştur.

Güç yetirilemeyen konularda başkasından yardım alınabilirse artık kim Allah’a sığınır? Yani Allaha dua edip yardım istemenin ne anamı ola bilir ki artık hazır Ölmüş evliyalar durur ken Allaha haşa ne ihtiyaç var ki tasavvuf inancının dua da Allah’ı devre dışı bırakmalar bu şekilde oluyor. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:


“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi

yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..”(Neml 62)


Onların Allah’tan başka dua ettikleri ise, hiç bir isteklerine cevap veremezler. Böylesi, ağzına gelsin diye avuçlarını suya doğru uzatan, fakat ona bir türlü ulaşamayan kimseye benzer.” (Ra’d 114)



“Allah’tan başka kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırıp durandan daha sapık kim vardır? Hâlbuki o kimseler, bunların dua ve çağırılarından habersizdirler. Nitekim insanlar haşrolundukları zaman onlar, kendilerini çağırıp duranlara düşman olurlar ve bunların kendilerine ibadet edegelmelerini (bildiklerini) reddederler.” (el-Ahkâf, 5-6.)

“Ondan başka çağırıp durduklarınız bir çekirdek lifine bile sahip değillerdir. Eğer onları çağırsanız, çağırışınızı işitmezler. Faraza işitseler bile, size karşılık veremezler. Kıyâmet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) Sana, herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez.” (el-Fâtır, 13-14.)

Allah’tan başka yalvardıkları hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ölüdürler; diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler Nahl, 20-21.

“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.Çağırıp durdukları bu kimseler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar,azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 56–57)

Allah cc Allah tan başka yalvardıklarınızın diri değil de Ölü olduklarını bizlere bildirmek dedir. Şimdi Allah cc kuranı kerimde Ölülerden yardım istemeyi yasaklarken Saidi Nursinin cevizlerini kaybediği vakit Abdül Kadir Geylani den yardım istemesi kuranın Hangi ayetine uygun düşer?. Oysa Allah cc Allah tan başkasından ölülerden yardım istemeyi kesinlikle yasaklamıştır.


“Ve Allah’dan başka, sana faydası da, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Eğer yalvarırsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun.Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O’ndan başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O’nun hayrını engelleyebilecek kimse yoktur. O, lütfunu dilediği kuluna nasip eder. Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. Yunus 106-107


İnsanın kendisini yoktan var eden büyüten öldüren yaşatan zor durumda kendisine yardım edeceği bir yaratıcısı durken tutup Allahın öldürdüğü varlıklardan yada fani şeylerden bu anlamda yardım talebinde bulunması ne kadar aciz bir durum. Bu Allahı hakkıyla idrak edememekten kaynaklanıyor. Yani eğer insanlar saidi nursiyi burada kendilerine örnek alacak olurlarsa artık Dua edikleri zaman Allaha dua edip Allah tan yardım isteyeceklerine Ölmüş evliyalardan istemeleri gerekir .

Yani Said Nursi küçükken Cevizlerini kaybettiği vakit Abdül kadir geylaninin Himedi yardımıyla cevizlerini bulduna göre Artık İnsanlar bişeylerini kaybedikleri zaman Allahı bırakıp Ölmüş bu insanlardan yardım istemeleri gerekir. bu ne kadar mantıksız bir düşünce o zaman Allah cc bu şekilde devre dışı bırakılmış olmuyor mu ?. İnsanların Allaha dua etmesinin ne anlamı kalıyor bu şekilde kulluk bilincini devre dışı bırakan bu inanç Allah tan başkasına kulluk yapmayı getirtiyor.

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara 186)

Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanımayacaklardır. (Bunu her şeyden) Haberi olan Allah gibi sana (hiç kimse) haber vermez. (FATIR SURESİ 14)


Rasûlullâh İbn Abbâs’a (68/687) hitâben şöyle buyurmuştur: “(Bir şey) İsteyeceksen sadece Allah’tan iste! (Birinden) Yardım dileyeceksen sadece Allah’tan dile!” (30)



Ebî `Âsım, el-Hâkim ve diğerleri, Abdullâh b Abbâs’tan)

İmâm Ebû Hanîfe (150/767) ve İmâm Ebû Yûsuf (182/798) şöyle demişlerdir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine senden istiyorum ey Rabbim!), diye dua edilemez. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” (31)

Bu noktada,söz konusu niyaz ve yardımı beklenen ilahın keyfiyetinin iyice anlaşılmasını gerekli görüyorum.Eğer ben susayıp ta su getirmesi için hizmetçimi veya hastalanıp beni tedavi etmesi için doktoru çağırıyorsam;ne bu çağırma niyaz olarak nitelendirilebilir ve ne de bu,hizmetçi ya da doktoru ilahlaştırmak manasına gelir. Çünkü bütün bu olanlar sebep ve sonuç zinciri içerisinde gerçekleşmektedir,dışında değil.Ancak eğer ben susuzluk hali ya da hastalık durumunda hizmetçi ya da doktoru çağırmak yerine,herhangi bir veli ya da putu yardımıma çağırırsam, bu tabii ki onları ilahlaştırmak ve onlara dua etmek olur.Çünkü,benden yüzlerce kilometre uzakta bir kabirde istirahat etmekte olan veliyi yardımıma çağırmam,onun bu haliyle beni duyup işittiğini kabul ettiğim manasına gelir.Bana göre,o,sebepler alemine hükmetmektedir ve bu yüzden de bana su yetiştirmeye ya da hastalığımı gidermeye kadirdir.Aynı kıyastan hareketle böyle bir durumda herhangi bir putu yardıma çağırmak da onun su,sıhhat ya da hastalık üzerine hakimiyeti olduğu ve olağanüstü bir şekilde benim gereksinimimi karşılamak için sebepleri harekete geçirebildiği manasına gelir.O halde kendisine niyaz etmeyi gerektiren ilah kavramı hiç şüphesiz olağanüstü bir otorite ile birlikte olağanüstü güçlere sahip olma düşüncesini de beraberinde getiren bir kavramdır.(32)

SAİD NURSİ NURCULAR KABRE İMANLA GİRERLER, CENNETLİKTİRLER SÖZLERİ

Said Nursi Risaleyi nurlar etrafında toplanan Nurcuları cennetle Müjdelemekten çekinmiyor. Evet Nurcu olanlar Said Nursiye göre Cennete gireceklerdir. Bakın Şu sözleriyle Nurcuların cennet ehli olduklarını müjdelemektedir.Birinci Mesele: Birinci Şua da bir iki ayetin İşraretin de Risalei Nurun sadık Talebeleri iman ile kabre gireceklerini ve ehli Cennet olacak larını Kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gözterilmiş dir. Fakat bu pek büyük meseleye ve cok kıymetdar işarata tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim Çok tan beri muntazırdım Lillahilhamd iki emare bir den kalbime geldi. (33)


Kuraniyede İfade eder ki Risalei Nur dairesi içine girenler tehlike de olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet bazı vakit olur ki bir nefer gördüğü hizmet için bir müşrin fevkine çıkar binler derece kıymet alır. (34)


işaret ve beşaret-i Kur’aniyede ifade eder ki: “Risale-i Nur dâiresi içine girenler, tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler.” diye müjde verirler. (35)


Birinci Neticesi: Sadakat ve kanaatla Risale-i Nur dairesine giren, îmanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var. (36)


Kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin (R.A.) üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Âzam’daki (K.S.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın kuvvetli işaretle o hâlis şâkirdler ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î isbat ederler…(37)


CEVAP :


Görüldüğü gibi Said Nursiye göre Nurcular cennete girceklerdir.. Kendi yazmış olduğu kitapların etrafında toparlanıp o cemate mensup olacak insanların cennetle Müjdeleyen Said Nursi bur da çekinmeden Allaha büyük iftiralar atmaktadır. Hiçbir insan kendi mensuplarının cennete gir çeklerinin garantisini veremez. Bu Allaha açıkça atılan bir iftiradır.Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. (Mearic 28)


Hiçbir kimse Allah’ın azabından emin değildir. Yani “filan adamı Allah yakmaya-çaktır” diyemeyiz. Şunu deriz. Allah gerçek mü’minleri yakmayacaktır. İsim vererek bunu söyleyemeyiz Biz hep cenneti ümit edeceğiz ve cehennemden sakınacağız. Yani “havf ile reca” arasında olacağız.


Bu Konuda Allah resülün Hadislerine bakalım bu Konuda Allah resülü Ne buyur mak dadır. Osman bin Muzun öldüğünde Hanımının Kuş Oldu cennete uçtu Demesesine karşı çıkan Hz Muhammed şöyle buyurmuştu Ben Allahın Resullü olduğum Halde bilmiyorum Sen Onun Cennetlik olduğunu nereden biliyorsun. (38)

İnsanların en Hayırlısı o Yüce Ashaba bile Allah resülü şu cennete girdi demeyi yasaklarken Saidi nursi Nurcuların Cennete gireceklerini nasıl söyleye bilir.

Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki, muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.” Bunun üzerine Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?” Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum.” Ümmü’l-alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem (39)

Bana bir zad el-Minhal b.Amr dan o da İbnu Abbas tan rivayet etti. Hz peygamber Benim ümmetimin en şerlileri ben ateşte değil cennete olacağım diyenlerdir.(40)

Ebu Zübyan dan bana rivayet edildiğine göre Hz Peygamber : Ümmetimden müteelli olanların vay haline buyurdu. Meteellinin kim olduğunu söyleyince Onlar Filan Kimse cennete Filan Kimse de cehennem de dir diyenlerdir.(41)

Kendi mensuplarını cennete gideceklerini söyleye bilecek kadar ileriye gitmek de Said Nursi bu sözlerle.

SAİD NURSİYE GÖRE MAZLUM KAFİRLER AHİRETE MÜKAFATLANDIRILCAKLAR.


Bir zamanlar,Eski Harbi-I Umumi’de, düşmanların ehl-I İslama ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteelim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikka ziyat ziyade olduğundan tahammüllim haricinden azab çekerdim.

Birden kalbime geldiki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar: Fani Hayatları,baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup, baki bir mal ile müdabele olur.

Hatta o mazlumlar kafir de olsa, ahirete kendilerine o dünya evi afattan çektikleri belalara mukabil rahmet-i ilahiyenin hazinesinden öyle mükafatar vaarki : eğer perde-I gayb açılsa,o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, ’’Ya Rabbi ! Şükür Elhamdülillah ’’ diyeceklerini bildim ve kati bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-I şefkatten gelen şiddetli teesür ve elemden kurtuldum. (42)


Birden ihtar edildiki: Böyle Musibetlerde kafirde olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükafat vardır ki,o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-I semaviye, ma’sumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.


Üç dört aydır ki, Dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken Avrupa’da Rusya’da ki çoluk cocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elim şefkate bir merhem oldu. Şöyleki: O musibet-I semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketen vefat eden ve perişşan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükafat-I maneviyeleri o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar eğer masum ve mazlum ise mükafatı büyüktür, belki onu cehennem’den kurtarır. Çünkü Ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-I Muhammediye (A.S.M) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahir zamanda Hazret-I İsanın ( A.S) dini-I hakikisi hükmedecek,İslamiyetle omuz omuza gelecektir.

Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-I İsaya mensub Hırıstiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi Şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimlerin cebr ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar (43)


Kardeşlerim,Ehl-i vukuf raporundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız tâifeleri mağlûp ediyor ki, Hüccetullahi’l-Bâliğa ve İhtiyar ve İhlâs Risalelerini tekrarla nazar-ı dikkati celb ediyorlar. Hem gayet sathî ve cevapları pek zâhir ve güya müteassıbane hocavâri tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakikî mutabık olan meseleleri anlamadan “mâbeynlerinde tezat var” demeleri ve risalelerin yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri Hücumat-ı Sitte Zeylinin pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri cerh ve tezyif etmesine mukabil, yalnız “nezahet-i lisaniye” demişler. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanlar âhir zamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya Zeylin şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa etmeleri, kat’iyen onların Risale-i Nur’a karşı mağlûbiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor. (44)

Said Nursî

fetret derecesinde din ve dîn-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahirzamanda Hazret-i Îsa’nın (a.s.) dîn-i hakîkisi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek; elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i Îsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felaket, onlar hakkında bir nevî şehadettir, denilebilir. Husûsan ihtiyarlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musîbet çekiyorlar. Elbette o musîbet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kardır diye hakîkatten haber aldım. Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elemden ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan alemine ateş veren hodgam, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.Eğer o felaketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı dîniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukûk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise; elbette o fedakarlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür, o musîbeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir. (45)


CEVAP :


Görüldüğü gibi Said nursiye göre savaş da ölen mazlum Hıristiyanların Müslüman olarak öldüklerini söylemektedir. Mazlum olmaları onların şahadetlerinin delileri ola bileceklerini söylüyor. Oysa bu görüşlerin tek bir kaynağı yok tur. Kuranda ve hadis kitaplarında böyle olacağına dahil tek bir delil yok.


Bakın bu konuda Allah kendisine şirk koşan Hıristiyanların akidesini bizlere bildirmektedir şu ayetlerle


“‘Rahman çocuk edindi’ dediler. Andolsun ki, siz pek kötü cür’ette bulundunuz! Nerdeyse o (sözün dehşeti)nden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktı. Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz. Meryem, 88-92.


Şurası muhakkaktır ki, ‘Meryem’in oğlu Mesih, Allah’ın ta kendisidir’ diyenler küfre girmişlerdir. Mâide, 5/17.

“(Hristiyan) fırkalar (kimi: İsa Allah’ın oğludur, kimi: Allah ile beraber bir tanrıdır, kimi: Allah’ı oluşturan üç esastan biridir diyerek) aralarında ihtilâf etmişlerdir. O büyük günün azabını görecek olmaları dolayısıyla vay o kâfirlerin hâline!” Meryem, 19/37


“Allah’ın, Meryem oğlu Mesih olduğunu söyleyenler, muhakkak küfre girmişlerdir. Hâlbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin! Zira, her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’ demişti. ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbet kâfir olmuşlardır. Oysa, yalnız bir Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azap dokunacaktır Mâide, 5/72-73.


“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır Âl-i İmrân, 3/85.


Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.Bakara, 2/217.



“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?”A‘râf, 147.

Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir. Muhammed, 8-9


Kadı Iyaz diyor ki: Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün’akıt olmuştur. Lâkin, suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır. (46)

Sahih-i Müslim’in İman Bölümü’nde 92. Bap “Kâfir Olarak Ölene Hiçbir Amelin Fayda Vermeyeceğine Delil Babı”dır. Bu bapta nakledilen hadis de şöyledir:


Aişe (r.anhâ) şöyle dedi:


-Ey Allah’ın Elçisi, İbn Cüd’an cahiliye devrinde akrabasına yardım eder, fakirleri doyururdu. Acaba bunlar ona bir fayda verir mi? dedim. O:


-Hayır, fayda vermez. Çünkü, o bir gün bile “Ya Rabbi, din gününde benim günahlarımı mağfiret eyle” dememiştir, buyurdu.(47)


“Ey kitap ehli, biz bazı yüzleri silip arkalarına döndürmeden, ya da cumartesi adamlarını lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kitab)e iman edin.” (Nisâ, 4/47)


“Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk’ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar (bulundukları hâlden) ayrılacak değillerdi. (İşte o delil), Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. O sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır. Kitap ehli, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak ona kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. Kitap ehlinden ve (Allah’a) ortak koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar halkın şerlileridir. İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır.” (Beyyine, 98/1-7)

Nur Risaleleri’nin birçok yerinde Avrupa ülkelerinde Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden söz edilmekte, adları ve İslâm hakkındaki sözleri nakledilmektedir. O hâlde, nerede kaldı fetret devri?


Hristiyanların türlü türlü şirk ve küfürleri vardır. Onların cehenneme girmesini istemeyen, çektikleri sıkıntılar ve savaşlarda öldürülmeleri gibi sebepler yüzünden onları “şehit” olmakla tavsif eden biri; bunu onlara “şefkat ve rikkatinden dolayı söylediğini” iddia ediyorsa, gerçek şefkat ve rikkatin ne olduğunu bilmiyor demektir. Çünkü, hiç kimse, Allah’tan daha fazla kullarına şefkat ve rikkat edemez. Hristiyanların hükmü sabit olduktan sonra, bu hükme karşı “elim bir elem” duyan Said Nursî’ye mümkün olsa da kendi sözlerini hatırlatsak:(48)


Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:


“(…) Kıyamet günü bir tellâl: ‘Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ diye ilân edecek. Bunun üzerine Allah’tan başka şeylere, putlara, heykellere, dikili taşlara tapagelen ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın cehennemin içine dökülürler. Artık ortalıkta yalnız Allah’a ibadet eden gerek salih, gerek facir kimselerle, kitap ehli bakiyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahudilerden geri kalanlar çağrılacak ve onlara:


-Siz kime ibadet ederdiniz? diye sorulacak. Onlar:


-Biz, Allah’ın oğlu Uzeyr’e ibadet ederdik, diye cevap verecekler. Bunun üzerine onlara:


-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve çocuk edinmedi, denilecek.


-Şimdi siz ne istersiniz? diye sorulacak. Onlar da:


-Ey Rabbimiz, çok susadık, bize su ihsan et, diyecekler. Bunun üzerine onlara:


-Haydi şu başına gelmez misiniz? diye işaret olunacak.


Akabinde onlar bir araya getirilip, cehenneme doğru sevk olunacaklar. O cehennem ateşine ki, onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Hristiyanlar çağrılacak. Onlara da:


-Siz kime tapardınız? diye sorulacak. Onlar da:


-Biz, Allah’ın oğlu İsa’ya ibadet ederdik, diyecekler. Onlara da:


-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir, denilecek ve ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sorulacak.


Onlar da, kendilerinden evvelki Yahudilerin su isteyip cehenneme sevk olunmaları gibi cehenneme sevk olunacaklar.(49)


Aslında, “şefkat, rahmet” olarak takdim edilen “Hristiyanların da şehid sayılabiliceği” görüşünün arka plânında çok daha çirkin ve gizli emeller yatmaktadır. Bu görüş, İslâm’ın ilk zamanlarından günümüze kadar Müslümanları ayakta tutan “şehadet” kavramını sırtından bıçaklamaya yöneliktir. Bu ümmet, tarih boyunca Hristiyanlarla savaşmış, dinini ve toprağını haçlı çapulcularına karşı ancak “şehit” kavramıyla korumuştur. Şimdi ise “hakikat” diye sunulan ve gerçekte ise ihanetten ibaret olan “Hristiyanlar da şehid olabilir” telâkkisiyle, Müslümanın zihninden “şehadet-şehit” mefhumu silinmek ve Hristiyanlar karşısında Müslümanları savunmasız bırakmak istenmektedir. Müslüman, şehit olabileceklerle nasıl savaşacaktır?


“Ey iman edenler, Yahudileri de, Hristiyanları da kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin! Onlar (ancak) birbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz, Allah o zalim güruhuna muvaffakiyet vermez.” (Mâide, 51)

Haşiye1: Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. (50)


Şimdi de Nur Risaleleri’ndeki şu ibretamiz ibareleri okuyalım:


BİR DERECE MAHREMDİR. (…) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.(51)


Burada Nur Risaleleri’ndeki bir çelişkiye de değinmek istiyoruz. Şöyle ki: Said Nursî, Nur Risaleleri’nin tüm uğraş alanının küfr-ü mutlaktan (ateizm, materyalizm ve komünizmden) ibaret olduğu, oysa Allah inancının insanda fıtrî olduğu, dolasıyla Nur Risaleleri’nin takdim edildiği kıymeti haiz olmadığı yolunda eleştirileri şöyle cevaplıyor:


(…) bâzı mu’terizler Risale-i Nurun kıymetini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah’a îman eder” diye Nurların pek yüksek ve pek çok kıymetdar ve gayet luzumlu tahşidatını ziyade göstermek istemişler.


Şimdi, İstanbulda -daha dehşetli bir fikirde- anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtac olduğu îmanî hakikatlarına ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. O’nu, daha yeni ders almağa ihtiyacımız çok yok.” diye mukabele etmek istiyorlar. Halbuki Allahı bilmek, bütün kâinata ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î îman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve lâ îlahe illâllah kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına îman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var.” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hattâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşey’in yanında hâzır, irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allaha îman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.



Evet, inkâr etmemek başkadır, îman etmek bütün bütün başkadır.


Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayt kalır. Fakat O’na îman etmek Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlikı, sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o îmandan hissesi olmadığına delildir.(52)

Ne kadar doğru…


Bu ibarelerden bir-iki sayfa sonra ise şöyle diyor:

(…) Şimdi ehl-i îman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.(53)

Peki, Müslümanların Hristiyanlarla aralarındaki ihtilâfın aslı nedir? Yukarıda kalınlaştırarak naklettiğimiz cümlelerde özetlenen meseleler değil mi? Biz, nasıl olur da Kur’an’ın “nazara aldığı”, Allah’ın ulûhiyetiyle ilgili, Hristiyanların şirk ve küfürleriyle ilgili, Allah’ın elçileriyle ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’le il
RİSALEYİ NURDA ÖLÜLERİN TASARRUFLARI


Hazret-i Mevlânâ (K.S.) Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi, Şâh-ı Geylânî’nin (K.S.) ba’delmemat, hayatta olduğu gibi tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ’nın (K.S.) tasarrufu cây-ı kabûl göremedi. Şâh-ı Nakşibend’le (K.S.) İmam-ı Rabbâninin (K.S.) ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şâh-ı Geylânî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlânâ Hâlid (K.S.) senin evladındır, kabûl et. Şâh-ı Geylanî (K.S.) onların iltimasını kabûl ederek Mevlânâ Hâlid’i kabûl etmiş. Ondan sonra birden Mevlânâ Hâlid (K.S.) parlamış.(56)


ruhânîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i mesâliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl (57)


Hattâ Seyyid-üş-şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. (58)


ruhânîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i mesâliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl(59)


Hattâ Seyyid-üş-şüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş.(60)


CEVAP :


Şüphesiz ki; işleri evirip çevirmede, yönetmede, âlemlere tasarrufta yüce Allah’ın hiçbir şeriki (ortağı) yoktur. O, şöyle buyurur:


Bilmedin mi ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı, yönetimi, mülkiyeti) yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı vardır.” Zümer, 39/62.


Şah Veliyyullah şirki şöyle tanımlar:


Şirk, Allah’a mahsus olan sıfatlardan herhangi birini, münezzeh ve yüce Allah’tan başkasına isnat etmektir. Bu sıfatlar KÜN FE YEKÛN (“ol” der olur) ile tabir edilen irade ile âlemde tasarruf etmek, yahut hastaya şifa icadı, rızkını daraltacak yahut öfke sebebiyle onu hasta yapacak, yahut bedbaht edecek derecede bir şahsa lânet etme ve gücenme, öfkelenme, yahut bir şahsa rızkını genişletecek, bedenine sağlık verecek, kendini mes’ut kılacak derecede rahmet etmek gibi sıfatlardır (61)


Öldükten sonra peygamberlerin bile, ümmetleri üzerinde herhangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Hiçbir ortağı olmayan yüce Rabbimiz şöyle buyurur:


“Allah, elçileri toplayacağı gün: ‘Size ne cevap verildi?’ der. ‘Bizim bilgimiz yok, gizlileri bilen yalnız sensin’ derler.” En’âm, 6/109.



Razî, bu ayetin tefsirinde der ki:


Onlar şöyle demek istemişlerdir: “Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildiğimiz, ancak onların bize, biz hayatta iken vermiş oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların hatimesi ise, bizce malûm değildir.” İşte bundan dolayı peygamberler, “Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin” demişlerdir.(62)


Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:


Ve yine Allah demişti ki: Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki Tanrı edinin’ dedin? ‘Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen! Ben onlara: Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin!’En’âm, 117.



Allah Tealâ şöyle buyurur


Dirilerle Ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir . Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremesin Fatır 22


“Ancak işitenler (çağrıya) icabet eder. Ölülere gelince; Allah onları diriltir, sonra ona döndürülürler.” En’âm, 6/36


Allah’tan başka yalvardıkları hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ölüdürler; diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” Nahl, 16/20-21.


Mevdudî bu ayetin tefsirinde der ki:


Burada insanların koştukları ortakları reddederken kullanılan kelimeler, bunların melekler, cinler, şeytan veya putlar değil; ölmüş peygamberler, azizler, şehitler, ulu ve olağanüstü insanlar olduklarını göstermektedir. Melekler ve şeytanlar diridirler, o hâlde “onlar ölüdürler, diri değil” ifadesi onlar için geçerli değildir. “Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler” ifadesinin taştan, tahtadan yapılmış putlar için kullanılmış olması da söz konusu değildir. “İslâm öncesi Arabistan’da bu tür soyut ilâh kavramının olmadığı” gibi bir itiraz, itiraz eden kişinin o dönem konusunda tarihî bilgisinin eksikliğini gösterir. O dönemde Arabistan’da peygamberlere, azizlere kutsiyet atfeden Yahudilerin ve Hristiyanların bulunduğu bilinmektedir. Arap müşriklerinin taptığı ilâhların çoğunun insan olduğu ve öldükten sonra putlarının yapıldığı da bir gerçektir. İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre “Ved, Suva, Yeğus, Ye’uk ve Nasr büyük insanlardı, kendilerinden sonra gelen insanlar onları ilâh edindi.” Hz. Aişe (r.anhâ)’den rivayet edilen diğer bir hadise göre ise; Asaf ve Naile adlı putlar birer insandı. Lât, Menat ve Uzza ile ilgili de buna benzer hadisler vardır. (63)

Esasen, insanların ilâh edindiği şeye dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce, şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir.(64)


Sonra, ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.(65)





SAİD NURSİNİN CEHENNEMEYE ATILMA İSTEĞİ


Allah tan daha çok merhamet sahibi kim ola bilirki, Allahın cehennemeye yoladığı insanlara üzülüp onlar yerine ben yanim yeterki onlar yanmasın diye bilecek. Kimin merhameti Allahın merhametinin Önüne geçe bilir.. Allah tan daha fazla merhamet sahibi olduğunu idia eden Said Nursi İnsanların cehennem de yancakları yerde ben yanim diyerek Merhametini Allahın Merhametinin önüne getiriyor. Ve cennet den çıkıp cehennemeye girmeye razı güya merhametiyle insanlara örnek olacak.


bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fânî makâmatımı, belki -Lüzum olsa- âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâkî mertebelerini fedâ etmeği; hattâ cehennemden bazı bîçâre ehl-i îmanları kurtarmağa vesile olmak için -lüzum olsa- cenneti bırakıp cehenneme girmeği kabul ettiğimi hakîkî kardeşlerim bildikleri gibi .(66)


Mü’minin imanını kurtarmak için Cehennem’e atılmaya hazırım.(67)


CEVAP :

Rabbim, beni nimet cennetinin vârislerinden kıl! İbrahim Şuarâ, 26/85.


“‘Rabbimiz, biz, ‘Rabbinize inanın’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle birlikte al! Rabbimiz, bize, elçilerine vadettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil, perişan etme! Zira, sen verdiğin sözden caymazsın.’ Rableri onlara karşılık verdi: ‘Ben, sizden erkek ve kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler… Elbette, onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına) Allah katında bir karşılık olarak (onlara bu nimetleri vereceğim). Karşılıkların en güzeli, Allah katındadır.‘ Âl-i İmrân, 3/193-195.


Ey kavmim, elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de hep ona döndürüleceksiniz. Ondan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer o çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben, sizin Rabbinize inandım, (gelin) beni dinleyin!’ Ona: ‘Cennete gir’ denilince dedi ki: ‘Keşke, kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını…’ Yâsîn, 36/20-27



Şüphesiz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların inanmalarını, ehl-i imanın kurtulmasını, bizden ve Said Nursî’den çok daha fazla istemiştir. Ama, ondan böylesi sözler asla sâdır olmamıştır.


Yüce Allah, Resulüne hitaben şöyle buyurmuştur:


“Herhâlde sen, inanmıyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin. Şuarâ, 26/3


Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin Bakara, 2/119.


“(Ey Muhammed) onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. Sadaka olarak sarf ettiğiniz her şey, sizin kendiniz içindir. Zaten siz, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için sarf edersiniz. Sadaka olarak her ne sarf etmişseniz, haksızlığa uğratılmaksızın aynen size verilecektir. Bakara, 2/272.


Said Nursî ise şöyle diyor:


Sonra, ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin îmanı nâmına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.(68)



Yüce Rabbimizin, özellik ve nimetlerini bildirdiği cennet, hiçbir şekilde ve surette, hiç kimse için zindan olamaz. Yeryüzünde ne olursa olsun, cenneti “zindan” diye vasıflandırmaya kimsenin hakkı yoktur. Cennet her durumda, içinde olan herkes için “zindan” olmaktan münezzehtir.


Çalışanlar bunun (azaba uğratılmamak, nimet cennetlerine kavuşmak) için çalışsınlar! Sâffât, 61


İşte yarışanlar bunun (cennet nimetleri) için yarışsınlar! Mutaffifîn, 26


“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği gök ve yerin genişliği gibi olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanan cennete kavuşmak için yarışın! Hadîd, 21



“İyiler ise, karışımı kâfur olan bir tastan içerler. O kâfur, bir pınardır ki, onu, diledikleri yere fışkırtıp akıtan Allah’ın kulları içerler. Kendilerine vacip kıldıkları adağı yerine getirirler; kötülüğü yaygınlaşmış olan bir günden korkarlar. İçlerinin çekmesine rağmen, yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz, sizi sırf Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür istemiyoruz. Biz, yüzleri asıklaştıracak olan bir günde Rabbimizden korkarız’ derler. Allah da, onları bu günün şerrinden korur ve yüzlerine parlaklık, kalplerine de neş’e verir. Sabretmiş olmaları dolayısıyla onları, cennet ve ipekle mükâfatlandırır. Cennette sedirlere yaslanmış olarak, ne yakıcı güneş görürler, ne de dondurucu soğuk… Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine yaklaşmış, meyvelerini toplamak kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüşten kaplar ve billûr kâseler dolaştırılır. Gümüşten yapılmış gibi billûrlar ki, onları ölçülü bir şekilde dolaştırırlar. Orada, karışımı zencebil olan bir kâseden içirilirler. O da cennette bir pınardır ki, ona ‘selsebil’ denir. Çevrelerinde ebedîleşmiş gençler dolaşırlar; onları gördüğün zaman saçılmış inci sanırsın. Zaten, cennette nereye baksan bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Üzerinde, yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirir. Onlara denir ki: İşte bu, sizin mükâfatınızdır. Dünyadaki çalışmalarınız şükre değer bulunmuştur İnsân, 5-22.



Şimdi de Said Nursî’nin gözünde korkusu olmayan cehennemle ilgili ayetlerden birkaçını okuyalım:


Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının! Bakara, 24.


“Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun! Tahrîm, 6.


Başlarının üzerinden de kaynar su dökülür. Bu su ile karınlarındaki şeyler ve deriler eritilir. Onlar için demirden kırbaçlar vardır. Oradan, uğradıkları o şiddetli üzüntüden her çıkmak isteyişlerinde, oraya tekrar döndürülürler ve onlara ‘Tadın yangın azabını!’ denir Hacc, 19-22.


Cehennemde yanmaya razı olup, vücudu yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını iddia edene şu ayet-i kerimeleri hatırlatmaktan başka ne yapılabilir:


“Hutame’nin ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, gönüllerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Hümeze,5-8.


Milletimizin imanını her mümin selâmette görmek ister; ama hiçbir mümin nefsi için cehenneme razı olmamalıdır. Hele, orada yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını asla zan ve iddia etmemelidir.


Ayakta, oturarak ve yatarak Allah’ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkürde bulunan akıl sahipleri ise şöyle derler:


Rabbimiz, Seni tenzih ederiz; bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz sen, ateşe attığını hor ve aşağılık kılmışsındır.” Âl-i İmrân, 191-192.


Rabbine şöyle yakarmıştır:


Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işlerinden kurtar ve beni şu zalimler topluluğundan da kurtar!” Tahrîm, 11


İşte yüce Allah’ın; Firavun’la, onun zulmüyle, zalimler topluluğuyla çevrelenmiş, iman edenlere örnek gösterdiği kâmil bir müminin duası…


Said Nursî’nin cennet ve cehennem hakkındaki bu muvazenesiz sözleri; bazılarına, coşkun, kendisini İslâm ve Müslümanlar için feda etmeye hazır, iman için her şeyi göze almış birinin sözleri gibi gelse de; bize, “cennet de haktır, cehennem de haktır” şiarından sapış, yüce Allah’ın hem lütfunu hem de kahrını küçümseyiş, “avam”dan farklı olmak için bir hamaset taslayış gibi gelmektedir.


Fıkhi Ekber kitabında geçen şu fetva dikkat çekici Said Nursi gibiler hakkında şunları söylemektedir.


Bir kimse iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir Müslümana “Neden bilgi öğreneyim?” yahut “Neden Allah’ı tanıyayım? Çünkü, ben kendimi cehenneme itmişim” derse, yahut “Kendimi cehenneme hazırladım” derse, yahut “Yastığımı, dirseğimi, yanağımı cehenneme bıraktım” derse kâfir olur. Çünkü, bu kişi şeriatı küçük düşürmüş, yahut Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Her ikisi de küfürdür (69)


Bir kimse “Allah, bana falanca ile cennete gir dese girmem” derse kâfir olur. el-Hulâsa’dan: Bir kimse “Falanca olmadan, yahut sen olmadan Allah bana cennet verse girmem”, yahut “Falanca ile birlikte cenneti dahi istemem”, yahut “Allah’a kavuşmayı isterim, fakat cenneti istemem” dese kâfir olur. Çünkü, Allah’ın iradesine karşı gelmiş olur. Zahiriyye’den: (…) Bir kimse “Seninle cehennemin yoluna, yahut cehenneme girerim” derse kâfir olur.(70)

CENNETİ İSTEMEYEN NUR ŞAKİRTLERİ

RİSALE-İ NUR’un hizmeti oldukça, dünyada iken cennete davet etseler, KUR’AN-I KERİM’e hizmet etmek gibi büyük bir şerefi terk edip, böyle mukaddes bir vazifenin, böyle ulvi bir saadetin dünyada olduğunu anlayarak şimdi o hizmeti bırakıp cennete gitmek istemeyeceksiniz. ZİVER GÜNDÜZALP(71)


Bu sözlerde de yine iki ayrı şey birbirine karıştırılmıştır. Kur’an-ı Kerim’e hizmet etmek, elbette büyük bir şeref, mukaddes bir vazife, ulvî bir saadettir; ama cennete gitmek neden istenmesin? Kur’an’a en çok hizmet eden kişi Hz. Peygamber’dir. Böylesi sözler, ondan asla çıkmamıştır. Onun duası şöyleydi: “Allah’ım, gerçek yaşayış ancak ahiret yaşayışıdır (72)

Umeyr İbnu’l-Humam el-Ensarî:


-Ey Allah’ın Elçisi, eni gökler ve yer kadar olan bir cennet mi? diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.):


-Evet, buyurunca Umeyr (r.a.):


-Bak, bak! Ne hoş, ne muazzam hayır! dedi. Bunun üzerine Resulullah:


-Seni “bak, bak, ne hoş” demeye sevk eden nedir? buyurdu. Umeyr:


-Hayırdır, vallahi ya Resulullah. Başka şey için değil, ben bunu ancak o cennetin ehlinden olmak ümidiyle söyledim, dedi. Resulullah:


-Şüphesiz, sen onun ehlindensin, buyurdu. Bunun üzerine o, hemen kuburundan birkaç hurmayı çıkarıp yemeye başladı. Sonra da:


-Vallahi, eğer ben şu hurmalarımı yiyip bitirinceye kadar diri kalırsam, muhakkak ki bu, uzun bir hayattır, dedi ve yanında bulunan hurmaları hemen attı. Sonra düşmanla harbe girişti ve nihayet şehit oldu. (73)


Nur Risaleleri’ndeki cennet ve cehennem ile ilgili sözleri ele aldığımız bu bölümden çıkan netice şudur: “İman kurtarmak”tan dem vuranlar, ne yazık ki, ölçüsüz sözleriyle Müslümanların cennet ve cehennem hakkındaki inançlarını altüst etmeye teşebbüs etmişlerdir. Nur Risaleleri’nde cennet ve cehennem öylesine yer değiştirmiştir ki, âdeta cennet, zindan; cehennem, güllük gülistanlık, bazıları için hususî cennet olmuştur. Ashabın en büyüğü, cehenneme sadece kendisinin atılması için Allah’a yakarmakta; evliya, Said Nursî ve talebeleri cenneti istememekte; Said Nursî cehenneme atılmaya hazır olduğunu ilân etmekte…dir. Ehl-i iman dalâlet-i mutlakadan bunlarla mı kurtarılacaktır?…


Bu sözler, Allah’ın cennet ve cehennemi yaratmasındaki âli hikmetlere muvafık olmak bir yana, o hikmetlerle niza etmektedir.


Bunların vahametini ortaya koymak için bu bölümün başından beri verdiğimiz uğraş, gerçekleri hatırlatmaya yöneliktir. Yoksa ister cennet istensin, ister cehennem… Kimin nereyi istediği bizi pek ilgilendirmemektedir. Bizi asıl ilgilendiren, Nur Risaleleri’nde cennet ve cehennemin âsarda vasfedilenin dışında ve onlara aykırı şekilde nitelendirilmesidir. “Kur’an’ın hakikî tefsiri” olduğu iddia edilen Nur Risaleleri, cennet ve cehennemle ilgili ayetleri işte böyle tefsir etmektedir!


Ayrıca, Nur Risaleleri’ne topluca bakıldığında, aslında cennet-cehennem ve rahmet-i ilâhiye hakkında hiç de yukarıda sunulduğu gibi düşünülmediği görülmektedir. Kitabımızın ilerleyen sayfalarında “Nur Risaleleri’nde Acayip İddialar” bölümünde aktarılacak sözler, bunu ortaya koymaktadır. Nur Risaleleri’nde “Allah”, her an Said Nursî ve Nur Risaleleri ile alâkadar gösterilmekte; Risale-i Nur’a, müellifine, talebelerine yapılan en ufak bir itirazı, karşı çıkışı, risalelere yönelik görevlerin ihmalini zelzele, belâ, kaza ve hatta kişinin eşinin canını almak vb. ile cezalandırmaktadır!


Cennet ve cehennemin hak olduğuna iman eden aklı ve ruhu selim her kişi, cennete girmeyi ister, cehenneme atılmaktan da korkar. Büyüklük paranoyasına tutulanlar ise, kendilerini diğer insanları kurtaracak büyüklükte görürler ve o eşsiz fedakârlıklarının (!) gereği cehenneme atılmaya hazır olduklarını beyan ve ilân ederler. “Sıradan müminlerin” cennete girmek gibi “basit” isteklerine ortak olmayı ise kendilerine zül addederler. (74)


Bütün bu deliler gösteriyor ki Hiç kimse peygamber dahi olsa öldükten sonra insanların üzerinde tasarruf sahibi olamaz. Peygamberler bile kendi kavimlerinin öldükten sonra naptıklarını dünya daki hallerini görmezken nasıl olurda evliya ilan edilen insanların öldük ten sonra tekrardan dünyaya gelip insanlar üzerinde tasarruf sahibi olsunlar. Bunlar hepsi Kuran dışı inançlardır. Hiçbir Müslüman böyle uydurmalara inanmaması gerekir. Bunların Hepsi Allaha atılan iftiralardır.


“Nihayet, onlardan birine ölüm geldigi zaman: ‘Rabbim! Yapmadan bıraktıgım

amel-i salihi islemem için beni (dünyaya) geri gönderiniz!’ der. Asla! Söyledigi sadece

kendi sözüdür (olmayacak bir lâftır). Önlerinde ise, diriltilecekleri güne kadar bir engel

(berzah) vardır. Sûra üflendigi zaman, artık o gün, aralarında ne soy sop kalır, ne de

birbirlerine onu sorarlar. Artık tartıları agır gelenler, kurtulanlar; tartıları hafif gelenler

de, sürekli kalacakları cehennemde kendilerine yazık edenlerdir.” Mu’minûn, 99-103.



RİSALEYİ NURDA HZ ALİYE YAPILAN İFTİRALAR


HZ ALİNİN RİSALEYİ NURDAN BAHSETMESİ


CELCELETÜYENİN VAHİY YOLUYLA PEYGAMBERE İNMESİ


Madem Celcelûtiye vahy yolu ile Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nâzil olmuştur. Ve Allâm-ül-Guyûbun ilmiyle ifade-i mâna eder. Hem madem Celcelûtiye mâna-yı mecazî ile o kasidenin hakikatını isbat eden Risale-i Nur’a sarîhan; ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber Risale-i Nur müellifi ve bunun onüç ehemmiyetli vâkıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mâna-yı mecazî ile haber veriyor.(75)

Hem madem Celcelûtiyenin aslı vahy’dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umur-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur’an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabiyle Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem serahat derecesinde çok karine ve emârelerle Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var. Ve mâdem Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Sirac-ün-Nurdan, zâhir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, Risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A.) işaret ettiğini isbat eylemiş.(76)


Celcelutiye’yi okudum . Birden hatıra geldiki, İmam Ali Radıyallahu Anh:’’ Ya Rab ! Aman ver ! diye dua etmiş. İnşallah o duanın sırriye selamete çıkarsınız. Evet Hz Ali Radiyallahu Anh ’’ Kaside-I Celcelutiye’’ de iki suretle Risaley-I Nur’dan haber verdiği gibi , ’’ Ayet-ül-Kübra Risalesi’ne işareten der. Bu işarete ima ederki ’’ Ayeti kübra ’’ hakkı için O ve musibetten şakirlerine aman ver.’’ Diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefatci yapar. Evet, ’’ Ayet-ül Kübra Risalesi’nin tab’ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-I gaybiye tasdik etti.(77)

Hazret-i Ali (R.A.) Ercüze’sinde ve Gavs-ı A’zam (R.A.) Kasidesinde Resaili’n-Nur’a kerametkârane işaret ettikleri vakit (78)

.


Hz. Ali (R.A.) İbn-i Ebu Talib Keramullahü vechehü ihbarat-ı gaybiyeye ait şu kasidesinin bir kısmında Risale-i Nur şakirdlerine bilhassa baktığına müteaddit emareler var. O da Gavs-ı Geylani gibi Risale-i Nur’un makbuliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.(79)


İmam-ı Ali (R.A.) bir def’a “ekıd kevkebî” fıkrasiyle âhir zamanda Risale-i Nur’u dua ile Allahtan niyaz eder, ister ve bidayette oniki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız oniki Risalesine işaret ediyor. İkinci def’ada “tükādü Sirâcü’n-Nûri” fıkrasiyle daha sarih bir surette Risale-i Nur’u medih ve senâ ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları remzen haber verir (80)


Celcelutiyye Said Nursî’ye Bedi’ demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha a’lâ ve ezka bir vasıf mı olur (81)


bilâperva hükmediyoruz ki; Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mâna-yı hakikî ve mecazî ile işârî ve remzî ve imai ve telvihi bir surette haber veriyor(82)

Hz. Ali (R.A.) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risale-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor (83)

İmam-ı Ali (R.A.) Kaside-i celcelûtiyesinde, Siracü’n-nur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o Kasidede Siracü’n-nur’un en nâmdar risalelerine parmak basıyor, adeta alkışlıyor


İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği “Yedinci Şuâ”ı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali Radıyallahü anhü Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti. (84)


(Ebced ve cifir hesaplarının delillerinden) İKİNCİSİ: Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın en meşhur kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve böyle de matbaalarda basılmış(85)


CEVAP:

Kaynağı vahiy olduğu iddia edilen bir metnin (Resul-i Ekrem’den önceki vahiyleri dikkate almazsak), Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelen ve onun emriyle yazılıp, tevatüren nakledilen Kur’an-ı Kerim’de ya da sabit hadislerde yer alması gerekir.(86)

Peki, vahiy olduğu iddia edilen bu “Celcelutiye kasidesi” nerededir? Kur’an’da olmadığına göre, hangi hadis koleksiyonunda yer almaktadır? Bu kaside, sahih hadis kaynaklarında rivayet edilmesi bir yana, zayıf ya da mevzu hadisler arasında bile kendine bir yer bulamamıştır.


Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:

“Allah’a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kimdir? Ankebût, 68.

Abdullah İbn Abbas dedi ki:


Bilmiyor musun, Allah Tealâ Habib-i Ekrem’ine: ‘Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini duyurmamış olursun. (…)’ (Mâide, 5/67) buyuruyor. Allah’a andolsun ki, Resulullah (s.a.v.) bize beyaz üzerinde karalık miras bırakmamıştır (87)

Ebu’t-Tufeyl şöyle demiştir:


Ali b. Ebu Talib’e dedik ki:


-Bize, Resulullah’ın (s.a.v) sana sır olarak bildirdiği bir şey söyle! Ali dedi ki:

O, insanlardan gizleyip de sır olarak bana bir şey vermedi

Hadisin diğer varyantında, Hz. Ali’nin şöyle dediği yer almaktadır: Resulullah, bütün insanlara tamim etmediği bir şeyi bize tahsis etmedi. (88)


Lâkin, ben onun şöyle buyurduğunu işittim:


“Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin!

Müslim, Ezāhī, 8/44. Hadisin diğer varyantında, Hz. Ali’nin bu soru üzerine kızdığı da yer almaktadır. (Müslim, Ezāhī, 8/43.) Hz. Ali’nin kızması, dalâlet fırkalarından Rafızîlerle Şiîlerin ve İmamiye taifesinin iddialarını iptal etmektedir. (89)


Allah cc hiç çekinmeden yalan iftiralar atanlar hiç şüphesiz Hz Aliye de iftira ata bilirler. Bu iddia, Hz. Ali (r.a.)’ye ve ehlibeyte atılmış bir iftiradır; çünkü Hz. Ali’nin ve ehlibeytin yanında Allah’ın Kitabından başka vahiyden bir şey olduğunu en başta kendileri yalanlamıştır.
SAİD NURSİ YE GÖRE HZ ALİ’NİN VE ABDÜL KADİR GEYLANİNİN GAYBI BİLMELERİ


Said Nursî diyor ki; “Abdülkadir Geylânî gibi büyük veliler, bazı zamanlarda, geçmişi ve geleceği bugün gibi görüp bildikleri halde..(90)


Böyle bir iddia nasıl kabul edilebilir! Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 65)

Ayet, sadece insanların değil, meleklerin ve cinlerin de gaybı bilmediklerini bildirmektedir.

Allah Teâlâ Nuh aleyhisselamın başından geçenleri anlattıktan sonra Peygamberimize şöyle buyuruyor:

“Bunlar gayb haberlerindendir, onları sana vahyediyoruz. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de senin kavmin.” (Hud 49)

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği konusu “kudsî yasak” diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Teâlâ, “gaybı kimse bilemez” dememiş de “Kimse, gelecekle ilgili bir açıklama yapmasın” diye yasak koymuştur. Bu iddia kişiyi, Allah karşısında çok kötü bir duruma sokar.


Allah Teâlâ şöyle buyurur:


Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.(Lokman 34)


”Allah size gaybı bildirecek de değildir…” (Ali-İmran 179)

Yukarıda iki yanlış iddia daha vardır: Abdülkadir Geylânî gibi büyük velilerin gaybı bilmesi, “kendi tercihleri ve niyetleriyle değil, Allah’ın öğretmesiyle imiş.(!) İsteyerek gaybı bilme işine girişmeleri itaatsizlik havası verirmiş.(!)”

Demek ki, Allah, hem “Gaybı kimse bilmez, onu kimseye açıklamam” diyecek, hem de tutup bazı kimselere açıklayacak! O kimseler de geçmişle ilgili olanları açıklamakta bir sakınca görmeyecekler ama gelecekle ilgili gaybları, anlayan anlasın diye örtülü işaretlerle geçiştirecekler! Bunu, Allah’a karşı bir itaatsizlik havası doğmasın diye yapacaklar! Bu inançtan Allah’a sığınmak gerekir.


RİSALEYİ NUR’DAKİ REENKARNASYON İNANÇI

ÖLMÜŞ EVLİYALARIN DÜNYADA Kİ TASARRUFU


Said nursi Ölmüş evliya diye nitelenilen insanların yeryüzün de tasarruf sahipler olduklarını bildiriyor..


Özellikle, Allah adamı Hz. Abdülkadir, Gavs-ı A’zam, “ol” der “olur” dairesinin

kutbu (91)


Hazret-i Mevlânâ (K.S.) Hindistan’dan Tarîk-ı Naksîyi getirdigi vakit, Bagdat

dairesi, Sâh-ı Geylânî’nin (K.S.) ba’delmemat, hayatta oldugu gibi tasarrufunda idi.

Hazret-i Mevlânâ’nın (K.S.) tasarrufu cây-ı kabûl göremedi. Sâh-ı Naksibend’le (K.S.)

_mam-ı Rabbâninin (K.S.) ruhaniyetleri Bagdad’a gelip Sâh-ı Geylânî’nin ziyaretine

giderek rica etmisler ki: Mevlânâ Hâlid (K.S.) senin evladındır, kabûl et. Sâh-ı Geylanî

(K.S.) onların iltimasını kabûl ederek Mevlânâ Hâlid’i kabûl etmis. Ondan sonra

birden Mevlânâ Hâlid (K.S.) parlamıs. (92)


Hazret-i Seyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufları ehl-i

velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı

Geylânî’dir.(93)


mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulundugu tasdik edilmis

olan bir kahraman-ı velâyet (94)


ruhânîleri âlem-i ervahtan gönderip beser sûretine temessül ettiren, hattâ

ölmüs evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i mesâliyle dünyaya gönderen bir

Hakîm-i Zülcelâl (95)


Risaleyi Nurda sarf edilen bu sözler İslam’ın Tevhid dinine aykırıdır. Allah’ın dininde hiçbir şekilde Ölmüş insanların yeniden dünyaya gelip insanların üzerlerinde tasarruf sahibi olacaklarına dahil bir kaynak yoktur. Bu inanç Reenkarnasyon inancıdır. İslam dini bu İnancı tamamen ret etmektedir. Görüldüğü gibi Said Nursi Reenkarnasyon inancını benimsemektedir.

Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkansız (haram)dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler. (Enbiya Suresi, 95)

Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım.” Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır. (Mü’minun Suresi, 99-100)

Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)

“Bilmedin mi ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlıgı, yönetimi, mülkiyeti)

yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan baska ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı

vardır.” Bakara, 107.


“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her seye kadirdir.” Âl-imrân, 189.


“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Yasatan, öldüren odur. Sizin için Allah’tan

baska ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” Tevbe, 116.


“Göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) onundur. O, bir çocuk edinmemistir,

mülkünde ortagı yoktur. Her seyi yaratmıs, ona ölçü ve düzen vermistir.” Furkan, 2.


Sah Veliyyullah sirki söyle tanımlar:


Sirk, Allah’a mahsus olan sıfatlardan herhangi birini, münezzeh ve yüce Allah’tan

baskasına isnat etmektir. Bu sıfatlar KÜN FE YEKÛN (“ol” der olur) ile tabir edilen irade ile

âlemde tasarruf etmek, yahut hastaya sifa icadı, rızkını daraltacak yahut öfke sebebiyle onu

hasta yapacak, yahut bedbaht edecek derecede bir sahsa lânet etme ve gücenme,

öfkelenme, yahut bir sahsa rızkını genisletecek, bedenine saglık verecek, kendini mes’ut

kılacak derecede rahmet etmek gibi sıfatlardır.(96)


Yüce Allah söyle buyurur:


“Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratan odur. ‘Ol’ dedigi gün, oluverir. Sözü

haktır. En’âm,73


“Biz bir seyi(n olmasını) istedigimiz zaman, söyleyecegimiz söz, sadece ona

‘ol’ dememizdir, derhâl oluverir.” Nahl, 40.


“Bir isi yapmak istedi mi ona sadece ‘ol’ der, (o da) olur.” Meryem, 135.


Bu ayetler , “KÜN FE YEKÛN -OL DER OLUVER dairesinde” sözün ve

kudretin, seriki olmayan yüce Allah’a ait olduğunu göstermektedir.


Nur Risaleleri’nde,sadece Allah’a ait olan bu sıfatla kulları da vasıflandırılmıştır.Öldükten sonra peygamberlerin bile, ümmetleri üzerinde herhangi bir tasarrufları söz konusu degildir.


Hiçbir ortagı olmayan yüce Rabbimiz söyle buyurur:


“Allah, elçileri toplayacagı gün: ‘Size ne cevap verildi?’ der. ‘Bizim bilgimiz yok,

gizlileri bilen yalnız sensin’ derler.” En’âm, 109.


Razî, bu ayetin tefsirinde der ki:


Onlar söyle demek istemişlerdir: “Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildigimiz, ancak

onların bize, biz hayatta iken vermis oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne

yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların

hatimesi ise, bizce malûm degildir.” iste bundan dolayı peygamberler, “Bizim hiçbir bilgimiz

yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin” demişlerdir.(97)




Allah Tealâ söyle buyurmustur:


“Ve yine Allah demisti ki: Ey Meryem oglu _sa, sen mi insanlara: ‘Beni ve

annemi, Allah’tan baska iki Tanrı edinin’ dedin? ‘Hâsâ, dedi, sen yücesin, benim için

gerçek olmayan bir seyi söylemek bana yakısmaz. Eger demis olsam, sen bunu

bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü

gaybları bilen yalnız sensin, sen! Ben onlara: Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan

Allah’a kulluk edin diye senin bana emretmis oldugundan baska bir sey söylemedim.

Ben onların içinde oldugum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince

onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her seyi görensin!’” En’âm, 117.


Görüldügü gibi, vefat ettikten sonra peygamberlerin bile,ümmetlerinin murakabesi ile ilgili durumları böyleyken, Nur Risaleleri’nde ise degil peygamberler, evliya bile öldükten sonra insanlar üzerinde tasarruflarına devam etmekteler


Allah Tealâ söyle buyurur:


“Ancak isitenler (çagrıya) icabet eder. Ölülere gelince; Allah onları diriltir, sonra

ona döndürülürler.” En’âm, 36.


“Allah’tan baska yalvardıkları hiçbir sey yaratamazlar, zaten kendileri

yaratılmıslardır. Onlar ölüdürler; diri degil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” Nahl, 20-21


Mevdudî bu ayetin tefsirinde der ki:


Burada insanların kostukları ortakları reddederken kullanılan kelimeler, bunların

melekler, cinler, seytan veya putlar degil; ölmüs peygamberler, azizler, sehitler, ulu ve

olaganüstü insanlar olduklarını göstermektedir. Melekler ve seytanlar diridirler, o hâlde “onlar

ölüdürler, diri degil” ifadesi onlar için geçerli degildir. “Onlar ne zaman diriltileceklerini de

bilmezler” ifadesinin tastan, tahtadan yapılmıs putlar için kullanılmıs olması da söz konusu

degildir. “_slâm öncesi Arabistan’da bu tür soyut ilâh kavramının olmadıgı” gibi bir itiraz, itiraz

eden kisinin o dönem konusunda tarih bilgisinin eksikligini gösterir. O dönemde Arabistan’da

peygamberlere, azizlere kutsiyet atfeden Yahudilerin ve Hristiyanların bulundugu

bilinmektedir. Arap müsriklerinin taptıgı ilâhların çogunun insan oldugu ve öldükten sonra

putlarının yapıldıgı da bir gerçektir. _bn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre “Ved, Suva,

Yegus, Ye’uk ve Nasr büyük insanlardı, kendilerinden sonra gelen insanlar onları ilâh edindi.”

Hz. Aise (r.anhâ)’den rivayet edilen diger bir hadise göre ise; Asaf ve Naile adlı putlar birer

insandı. Lât, Menat ve Uzza ile ilgili de buna benzer hadisler vardır.(98)

Said-i Nursi 80 defa dünyaya gelmiş
Said-i Nursî’nin reenkarnasyona inandığını biliyor musunuz? Şiir ve sözleriyle 80 defa dünyaya geldiğini açıklamış ve bakın neler demiş.
1. Said-i Nursi’nin reenkarnasyonla ilgili şiiri (günümüze yakın dille aktaran Prof. Abdülaziz Bayındır):
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Yetmiş dokuz ölü Sait, günahlar ve elemler içinde
Seksenincisi bu mezara mezar taşı olmuştur.
Birlikte İslam’ın hüsranına ağlıyorlar.
Ölülerle dolu inleyen o mezarım ve mezar taşımla
Giderim yarınımdaki Ahiret meydanına
Kesin biliyorum ki, gelecekte Asya’nın gökleri ve yerleri
Birlikte İslam’ın ak pak eline teslim olur.
Zira imanın bereketinin gücüdür,
Halka güven ve huzur verir.
“Kaynaklı-İndeksli Risale-i Nur Külliyatı, Lemeât, İstanbul 1994, s. 319”daki şiirin aslı:
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den yetmiş dokuz emvatbâ-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyorhüsrân-ı İslâma.
Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
Revânım saha-i ukbâ-yı ferdâma.
Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.
Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir emn ü eman ile enâma.
2. Said-i Nursi’nin reenkarnasyon ile ilgili sözleri  (günümüze yakın dilde aktaran Prof. Abdülaziz Bayındır):
Soru: Sen kimsin? Ölümünden sonra da sen sen misin? Bedenin yıkılmasının ruhun birliğine etkisi var mı?
Cevap: “Ben bu anda, seksen Said’in özü olarak ortaya çıkmışım. Onlar zincirleme şahsî kıyametler ve zincirleme tenasüh, yani ruh göçü ile çalkalanıp beni şu zamana fırlatmışlardır (zincirleme yeni bedenler, 40 yıl doğum sancısı çektiler).
Şu Said yetmiş dokuz ölü ve bir konuşan canlının özetidir. Eğer zamanın suyu donup dursa ve farklı bedenlerde ortaya çıkan Said’ler birbirlerini görseler, ciddi farklılıklardan dolayı birbirlerini tanımayacak­lardır. Ben o bedenlerin üstünde yuvarlandım; iyilikler ve lezzetler dağıldı gitti (düzgün olanı bende bir bölüm oldu)  Sıkıntı ve üzüntüler birikti kaldı  (kusurlu olanını aldım (attım)). O konak yerlerinin her birinde ben bendim. Ölümümden sonra gelecek konaklarda da yine ben ben olacağım. Bu konak yerinde yani vücuttaki hücreler nasıl yılda iki kere vücuttan ayrılıyorsa ben de o şekilde elbise değiştiririm; yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyerim.”
Bu ifadelerin “Bediuzzaman Said Nursî, İşârât, Risale-i Nur Külliyatı, c. II, s. 2340”daki aslı şöyle:  “Ben bu anda, seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.
Şu Said yetmiş dokuz meyyit, bir hayyı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Said’ler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi. Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim. Öyle de, mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhacereti umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir, yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer”.
 3. Reenkarnasyona inananlar yukarıdakileri okur, geçer, üzerinde düşünmez bile. O kadar açıktır.  Ama gelin reenkarnasyona inanmayanlar ya da bilmeyenler, şüphesi olanlar için İlahiyat Profesörü Abdülaziz Bayındır’ın sadeleştirmelerine bakarak Said-i Nursi ne demek istemiş, tek, tek yorumlayalım:
–     “Yıkılmış bir mezarım ki…” Yaşıyor ama mezarı var. Cümlenin sonrasından burada mezar ifadesinin tüm geçmiş mezarlarını  kapsadığını anlıyoruz. Mezarları çok eski, zaman zarfında yıkılmış yok olmuş, ortadan silinmişler.
–      “… mezar…içinde 79 ölü Sait”. Said-i Nursi’nin bu dünyada 79 tane mezarı var. Yani daha önce 79 defa dünyaya gelmiş. Reenkarnasyona inanan herkesin merakıdır? Acaba bu dünyada kaç mezarım var? Said-i Nursi bunu cevabını bulmuş.
–     “Seksenincisi bu mezara mezar taşı” Sekseninci bedenin de eninde sonunda akıbeti mezarda son bulacak. Bu da tipik reenkarnasyon inancı. Mezara girecek olan sadece bedendir. Ruhsuz bedenin taştan farkı yoktur.
–         “Yetmiş dokuz ölü Sait, günahlar ve elemler içinde” Önceki 79 hayatında hataları, yanlışları olmuş, onlara üzülüyor. Zaten böyle hatalar, yanlışlar olmasa 80. kez dünyaya gelinir miydi? Tipik reenkarnasyon inancı.
–         “Ben bu anda, seksen Said’in özü olarak ortaya çıkmışım…” Bu da tipik reenkarnasyon inancının ifadesi. Sekseninci defa dünyaya gelişinde beyni silinmiş, formatlanmış ama “özü” yani ruhu önceki 79 hayatın kayıtlarını taşımaktadır. 79 hayatta yaşadıkları ruhunda sıfırlanmamış, sekseninci hayatında yaşadıkları da eskilerine eklenmiş. Buradaki 80 sayısının kerametini İlahiyat Profesörü Abdülaziz Bayındır açıklamış. Aşağıdaki 8. bölümde okuyabilirsiniz.
– “…zincirleme şahsî kıyametler ve zincirleme tenasüh...”
Zincirleme yeni bedenler yenilenen bedenleri ifade eder. Bu konuda Abdülaziz Bayındır Hoca geniş açıklamalar yapmış. Aşağıda 7. bölümde okuyabilirsiniz.
–         “Şu Said yetmiş dokuz ölü ve bir konuşan canlının özetidir.” Önceki, artık cansız olan 79 beden ve bu seferki canlı bedenin içine girmiş olan ruh tekdir, bu seferki hayatında adı Said’dir. Aynen Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründün Yunus diye göründüm” deyişi gibi.
–         “… Eğer zamanın suyu donup dursa ve farklı bedenlerde ortaya çıkan Said’ler birbirlerini görseler, ciddi farklılıklardan dolayı birbirlerini tanımayacak­lardır.” Zaman yolculuğu olabilse ve farklı zamanlarda dünyaya gelmiş kendi tezahürleri, birbirleriyle karşılaşsalar kesinlikle hepsinin Said-i Nursi’nin aynı/tek ruhunu taşıdığını anlayamazlar. Halbuki bir yılda insan ne kadar değişir? Beni yıllardır gören 1 yıl görmese 1 yıl sonra görse tanımaz mı? Said-i Nursi’yi son hayatında 79 yaşında iken gören, 80 yaşında iken de, 40 yaşında gören, 41 yaşında iken de onu tanımaz mı? Hatta bırakın, insanın kendi çocukluk hali ile canlı karşılaşma imkanı olsa onu bile tanır. Örneğin rüyasında çocukluğunu gören “bu kim yahu” mu der? Reenkarnasyon, ruhun her defasında farklı bedene girdiği inanışıdır. Aynı sırayla dünyaya gelirken içine girdiği bedenler örneğin birbirlerinin yaşarken çekilmiş filmlerini seyretseler, aynı ruha sahip olan birbirlerini tanımaları mümkün olmaz. Çünkü her gelişte maddi beyinleri, sıfırlanmış, formatlanmıştır. İfade edilen budur. Bu da en önde gelen reenkarnasyon inancıdır.
–   “Ben o bedenlerin üstünde yuvarlandım…”  O eski bedenlerinin yaşadığı ruhsal birikimlerini taşımış, değerlendirmiş, onlardan faydalanmış.
–         “…iyilikler ve lezzetler dağıldı gitti. Sıkıntı ve üzüntüler birikti kaldı…”.  O ruhsal birikimlerde önemli olan sıkıntı üzüntülerdir. Dünya malı, dünyanın zevk veren şeyleri gelip geçicidir, kalıcı değildir.  Onların ruhsal birikimlerde kalıntı bırakmazlar. Reenkarnasyona inananlara göre tekamül edebilmek için sıkıntı ve üzüntülere maruz kalmak şarttır. Onlardan ders alınır. Izdırapsız tekamül olmaz. Zevk-ü sefa içinde tekamül edilmez. Tipik reenkarnasyon anlatımı. Bayındır Hoca bu ifadeyi aşağıda bir başka anlamda da vermiştir.
–         “Düzgün olanı bende bir bölüm oldu, kusurlu olanını aldım (attım)”. Bir hayatında düzgün ne yapmışsa o onun benliğinin bir bölümünü teşkil etmiş, onları sonraki hayatına taşımış. Ne yanlış yapmışsa ondan ders almış, onu bir sonraki hayatında tekrar etmemiş.  Önceki hayattaki hatalardan bir sonraki hayatta ders almak tipik reenkarnasyon inancıdır.
–        “Şu anda ben ben olduğum gibi o konak yerlerinde ben bendim.” Daha önceki hayatlarındaki bedenlerinin hepsinde bir tek ruhmuş, şimdi sahip olduğu ruh.
–         “Ölümümden sonra gelecek konaklarda da yine ben ben olacağım.” Burada öldükten sonra YİNE ahirete gidecek. Bedenden ayrılıp başka bir mekana (gelecek konak) geçecek ama ruhu değişmeyecek. “Yine” ne demek? Daha önce de bunlar olmuş demek. Yani daha önce  de ölmüş ve aynı sürecten geçmiş. Aynı zamanda bu seferki yaşamından sonra da YİNE tekrar dünyaya geleceğini de kasdetmiş. Konaklar çoğul olduğundan burada iki alem oluyor. Yani hem ahiret hem de bu dünya.
–         “…yani vücuttaki hücreler nasıl yılda iki kere vücuttan ayrılıyorsa ben de o şekilde elbise değiştiririm; yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyerim…” Ölüp tekrar dünyaya gelince bedeni değiştirmiş oluyor. Eski bedeni atıyor, yeni, başka bir beden içerisine giriyor. Bazıları bunu tevil etmiş, yani bir takım gerekçeler uydurarak saptırmışlar:  Her insanın bedenindeki hücreler yılda iki defa yenilenirmiş de ve bu bir yılda aslında beden tamamen değişirmiş de, o halde denebilirmiş ki beden olarak ben 79 beden eskittim demek, bunlar beden anlamında birer ölüm demekmiş de. O her bir yıldaki bedenler ayrı ayrı ayağa kalksa aralarındaki şiddetli farklardan, mesela 5 yaşındaki Said 70 yaşındaki Said’i görse tanıyamayacak… ve o andaki beni 40 yılda 79 beden eskittiğinden o yıllardakilerin ve şu andakinin ruhen özetiymiş güya.
Said-i Nursi burada teşbih yapmış, hepsi bu. Bilenler biliyor ama özellikle bu geri zekalılara reenkarnasyonda beden nasıl değiştirilir onu anlatmaya çalışmış. Ama ya anlamamışlar ya da anlamazlıktan gelmişler. Üstelik bunu tevil ederken Said-i Nursi’yi sanki deri değiştiren yılan yapmayı bile göze almışlar. Hangi insan her yıl bedenini değiştirmiş, yaşını ikiye katlayıp söylemiş? Bu tür eveleme-gevelemeler, zorlamalar rantlarını kaybetmek istemeyen dinci reenkarnasyon karşıtlarının klasik tevilleridir (saptırmalarıdır). Ayrıca tüm hücreler aynı sürede değişmez, kimi 5 günde, kimi 5 haftada, kimi 3 haftada, bazılarının değişmesi yıllar alır. O zaman nasıl olur da bir yılda bambaşka iki insan olur da çıkarız?
Bir de şu var. Said-i Nursi’ye göre hücreler yılda 2 kez değişiyorlar. 6 ayda bir diye bir ifade yer almıyor. Bu doğruysa o zaman tevilcilerin mantığına göre bizler yılda 2 değil 3 farklı insan oluyoruz. Zira burada söz konusu olan değişim sayısı değil farklı insan olma sayısı. Said-i Nursi’nin tevilcilerin mantığına göre bedenlenmeleri  2*39.5=79 veya 2*40=80 değil 3*39.5=118.5 veya  3*40=120 olarak saymak gerekirdi.
Hadi diyelim ki tevilcilerin dediği doğru. O zaman tekrar önceki ifadeye dönelim:
–         “…ciddi farklılıklardan dolayı birbirlerini tanımayacak­lardır…” Yılda bir defa hücreler değişince o yıl beden bambaşka bir beden mi oluyor? Hücre değişince görünüşte hangi ciddi farklılıklar oluyor ki beden tanınmaz hale geliyor? 1945 yılındaki beden ile 1946 yılındaki beden kimsenin tanıyamayacağı şekilde değişebilir mi? Bunun cevabı için tekrar sonraki ifadeye dönelim:
–         “elbise değiştiririm … yeni Said’i giyerim.” Kastedilen yeni bir hayata bedenin tamamen değişerek gelinmesi. Yani reenkarnasyon. Bedende hücre değişmesi olduğunda kimse hücre değişimini fark etmiyor bile zira hücreler şekil değiştirmiyor. İnsanın gözü, kulağı, boyu, posu mu değişiyor, eski organları düşüp yenileri mi çıkıyor, insan bambaşka, tanınmaz hale mi geliyor? Bunun cevabı hücre değişiminde  hayır ama reenkarnasyonda evet. İfadedeki hücre değişikliği sadece teşbihtir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi aslında bu kadar açıklamamıza hiç gerek yoktu zira nereden bakarsanız bakın o kadar sarihtir ne denilmek istendiği.
İlahiyat Profesörü Abdülaziz Bayındır’ın sadeleştirmelerine bakarak bu yorumları yaptık. Peki Bayındır’ın kullandığı kelimeler doğru mudur? Sonrasında bunu da araştırdık.
4. Lemeât’ı yayınlayanlar, 79 ölü Sait ile ilgili şöyle bir haşiye (dipnot) yazmışlar:
“Her senede iki defa cisim tazelendiği için, iki Said ölmüş demektir. Hem, bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak” (Kaynaklı-İndeksli Risale-i Nur Külliyatı, Lemeât, İstanbul 1994, s. 319).