22 Eylül 2016 Perşembe

16 Eylül 2016 Cuma

Arş’ı Taşıyan (Hamaletü'l-Arş) ve Kuşatan Melekler :








  Arş’ı Taşıyan (Hamaletü'l-Arş) ve Kuşatan Melekler :
Hz. Muhammed'in miraç gecesinde Arş’ın dört ayağında birer melek gördüğü de belirtilmektedir. Kıyâmet gününde ise her ayağında ikişer melek olmak üzere sekiz melek Arş’ı tutacaktır. Arş’ın şa‘şaasından ve nûrundan dolayı başlarını yukarı kaldırıp bakamayan bu melekler; insan, akbaba, arslan ve öküz sûretindedirler. İnsan sûretli melek, her daim insanların rızklarının verilmesi ve suçlarının affedilmesi için dua etmektedir. Akbaba sûretinde olan melek, kuşların; arslan sûretinde olan melek, yırtıcı hayvanların; öküz sûretindeki melek ise geri kalan hayvanların rızkı için dua etmektedirler. (Ertan 1983: 321-322) Öküz sûretli meleğin yüzünde bulunan siyah benin, insanların buzağıya taptıkları günden beri mevcut olduğu belirtilmektedir. (Özdemir 1986: 83, Tural 2011: 508) Söz konusu insan, öküz, akbaba ve arslan sûretindeki dört melek motifi ile Yeni Ahit’in Vahiy bölümünde yer alan tasvîrler arasındaki çarpıcı bir benzerlik bulunmaktadır. Bu tasvîrelere göre Yuhanna’ya, bir melek tarafından gökteki kapı gösterilmiştir. Yuhanna oradan çıkarak gökte bulunan tahta şahit olur. Detayları ile tasvîr edilen tahtın çevresinde dönmekte olan, önde ve arkada gözleri bulunan dört mahlûk yer almaktadır. Birincisi arslana, ikincisi danaya, üçüncüsü uçan kartala benzemektedir. Diğerinin ise yüzü insan yüzü gibidir. Her birisinin, içinde gözler bulunan olan altışar kanadı bulunmaktadır. “Kuddüs, kuddüs, kuddüs! Var olmuş, var olan ve gelecek olan, her şeye kadir, Rab Allah!” demektedirler. (Yuhanna!nın Vahyi 4/1-9)

 Kıyâmet gününde Arş’ı taşıyacak olan sekiz melek tasvîri ile de “Melekler göklerin etrafındadır. O gün Rabbinin Arş'ını bunların da üstünde olan sekiz (melek) yüklenir” meâlindeki kıyâmet gününü tasvîr eden 69/17 numaralı âyete atıf yapılmaktadır. Kimi metinlerde ise yukarıda birbirinden ayrı dört melek üzerinde tasvîr edilen sûretlerin, dört yüzü olan bir melekte toplandığı görülmektedir. İnsan, inek, arslan ve kuş suretinde dört yüzü bulunan meleğin her yüzü şekline uygun olarak Allah’ı tesbîh etmektedir. (Sönmez 1984: 397, Özdemir 1986: 75, Uluscu 2013: 50) Bu motif de Eski Ahit’te Hezekiel isimli bölümün birinci babında yer alan tasvîrleri andırmaktadır. Hezekiel, gökyüzünden gelen ve ateş saçan bir bulutun ortasında her birinin dört yüzü ve dört kanadı olan insan, arslan, öküz ve kartal sûretli melekleri görmüştür. Meleklerin başları üzerindeki kubbenin üstünde Rabb’in tahtı bulunmaktadır. (Hezekiel 1/1-11) Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten alınması kuvvetle muhtemel olan tasvîrlerle birlikte yukarıda belirtilen Kur’an âyetinde yer alan ibârelerin bir araya getirilmesi ile oluşturulan bu motiflerin peygamberin miraç gecesinde şahit olduğu manzaralara dâhil edildiği söylenebilir. Bir çok defa olduğu üzere yabancı tesirlerle oluşturulmuş bir motif vasıtasıyla Kur’ân âyetlerinin telkîni söz konusudur. İnsan, arslan, kartal ve öküz başlı bu meleğe yönelik inancın tasvîr edildiği minyatür,  içerisinde görülebilir. Arş ve onu taşıyan meleklerin etrafında yetmiş bin saf meleğin bulunduğu da belirtilmektedir. Bu saflar birbirinin peşi sıra durmuşlardır ve sürekli Arş’ı tavaf etmektedirler. Bir saf giderken diğer saf gelmektedir. Bu gidiş gelişlerinde birbirlerine rastladıkça tehlîl ve tekbîr getirmektedirler. Bunların arkasında yetmiş bin saf melek daha mevcuttur. Tekbîr ve tehlîlin yanı sıra Allah’ı tesbîh ve tahmîd etmektedirler. Bunların da arkasında yüz bin saf melek mevcuttur ve bunlar da tesbîh halindedirler. Vücut yapıları üç yüz yıllık, dört yüz yıllık gibi mesafelerle tasvîr edilen bu meleklerin dörder kanadı bulunmaktadır. İkisi yüzlerinde gizlidir ve onlarla Arş’a bakıp kendilerinden geçmektedirler. Diğer ikisi ile de uçmaktadırlar. Bu meleklerin daima tövbe edenler için Allah’tan af diledikleri de belirtilmektedir. (Özdemir 1986: 84-85) Meleklerin sayısı ve fiziki yapıları belirtilmemekle birlikte "Meleklerin de Rablerine hamd ile yüceliğini dile getirerek Arş'ın çevresini kuşattıklarını görürsün..." ve "Arşı yüklenenler ile onun çevresinde bulunanlar Rablerini hamd ile tesbîh ederler. O'na iman ederler ve müminlerin bağışlanmasını dilerler: Ey Rabbimiz! Sen, rahmetin ve ilminle her şeyi kuşattın. Tövbe edenleri ve yolundan gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru" ibârelerinin yer aldığı İslâm kozmolojisi ile ilgili 39/75 ve 40/7 numaralı âyetlerin, miraç metinlerindeki bu bölüm vasıtasıyla dile getirildiği görülmektedir.




"إن الله لما قضى الخلق كتب عنده فوق عرشه إن رحمتي سبقت غضبي"
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki Allâh, yaratmayı bitirince tahtının üstünde kendi yanında şöyle yazdı: Şüphesiz ki rahmetim gazabımı geçmiştir.”

Buhârî, Kitâbu't-Tevhîd, (50).



Hz. Muhammed'in Miraç yolculuğunda Hz. Âdem ile karşılaştığı anın tasvîr edildiği minyatür / Paris Bibliotheque Nationale de France, Suppl. turc 190 f. 9V0; (Seguy 1977: plate 8). Hz. Âdem'in fiziksel olarak diğer peygamberlerden daha büyük şekilde tasvîr edilişi dikkat çekicidir. Söz konusu farklılığın mukâyesesi için sırasıyla Hz. Mûsâ, Hz. İbrahîm ve Hz. Muhammed'in Mescid-i Aksâ'ya girişi esnasında kendisini karşılayan önceki peygamberlerin tasvirlerinin bulunduğu Ek -2.8, Ek-2.9 ve Ek 2.13 içerisinde yer alan minyatürlere bakılabilir. Dört minyatür de aynı eser içerisinde yer almaktadır.
 












Hagia Sophia’s Dome The most important difference in  Hagia Sophia ’s architectural design is that its size and measurements are much larger than other churches, and the central dome is much bigger and higher. The dome that is over the central space is 55.60 m. from ground level, 31.87 m. from North to South and 30.87 m. from East to West. When constructing Hagia Sophia, architects have used marble, stone and special bricks that were light yet durable, specially made of Rhodes soil. The dome that appeared compressed and spread out when it was first constructed, has been damaged in August 553 and December 557 due to earthquakes and in May 7, 558 the Eastern part of the dome has completely fallen apart. The renovation of the dome has been carried out by İsidoros’ nephew, young İsidoros. İsidoros has solved the problem by installing support systems through external braces and assisted the structure by adding forty windows and increasing the lenght of the dome by seven meters to make it smaller and lighter. Hagia Sophia has survived a big fire in 859 and an earthquake in 869. The dome has collapsed after an earthquake in 989 and has been repaired. Due to the earthquakes in 1344 and 1346 a part of the dome and parts of the arch have collapsed and have been repaired. The renovation process that has started by Fatih Sultan Mehmed during the Ottoman period has been continued by the following Sultans as well. The most important repair conducted in Hagia Sophia was by Sultan Abdulmecid’s (1839–1861) orders in 1847-1849 by the Swiss Fossati brothers. This repair included the filling of large cracks on the dome as well as securing the dome’s rim by implementing steel circles. During the renovations, one of the most important calligraphist’s of his time, Kazasker Mustafa İzzet Efendi has written the 35th verse of the quran on the main dome. 


 
Miraç gecesinde Hz. Muhammed'in kendisine ikram edilen şarap, bal ve sütün arasından sütü tercih ederek içmesini tasvîr eden minyatür / Paris Bibliotheque Nationale de France, Suppl. turc 190, F.34 V0; (Seguy 1977: plate 35).






Mûsâ Peygamber'in farz edilen elli vakit naman, beş vakte indirilmesi için Allah'tan hafifletme talep etmesi gerektiğini Hz. Muhammed'e dile getirdiği anın tasvîri / Paris Bibliotheque Nationale de France, Suppl. turc 190, f. 38 V0; (Seguy 1977: plate 35) Uygur alfabesi ile Türkçe olarak kaleme alınan bu Miraçnâme 17. yüzyılda şarkiyatçı Antoine Galland tarafından İstanbul'dan san alınarak Fransa'ya götürülmüştür. (Bağcı 2004: 45)






Miraç anlalarında  yer  alan  Burak
motifinbenzer  tasvîrlerin  Anadolu'daki  kadim  inanç sistemleri içerisinde yer aldığı gösteren bir başka örnek olan kabartma; Kargaş'ta bulunan ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde muhâfaza edilen insan ve aslan başlı sifenks (Johnston 2004: 612)


   
Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş yedi âyetinde yer alan cehennem, kâfirlerin, münafıkların, zalimlerin, gerçeğe boyun eğmeyenlerin azap görecekleri yer olarak tasvir edilir. Cehennem ifadesi genel olarak Cehennem'İn bütün katmanları için kullanıldığı gibi özelde Cehennem'in en üst katmanı için de kullanılmaktadır. Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır.
Sünnî âlimlere göre burası günahkâr müminlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra ise boş kalacaktır. Münafıkların cehennemin en aşağı tabakasında olacağı (en-Nisâ 4/145) bildirilmiştir. Sünnî âlimler, azabı en hafif olan birinci tabakada günahkâr müminlerin bir süre kaldıktan sonra buradan çıkarılacağını, yedinci tabakada ise münafıkların azap göreceğini kabul ederler. İkinci tabakadan itibaren de yahudiler, hıristiyanlar, Sâbiîler, ateşe tapanlar ve müşrikler cezalandırılacaktır.
Cehennemin tabakalarını birbirinden tamamen ayrılmış katmanlar olarak değil farklı azab türlerine işaret edilmesi şeklinde anlamak daha uygun görülmektedir. Kişi işlediği günahların durumuna göre farklı azabları tadabilecektir.
Cehennemin tabakaları şöyle tasnif edilmiştir:
1. Cehennem. Cehennem tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır.
2. Cahîm. “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında olup yirmi altı âyette ve bazı hadislerde geçer. Kur’an’da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan yakıcı ateş” anlamında kullanılmıştır.
3. Hâviye. “Yukarıdan aşağıya düşmek” anlamındaki hüviy kökünden isim olan hâviye “uçurum, derin çukur” mânasına gelir. Kur’an’da sadece bir yerde zikredilmiş ve aynı yerde “harareti yüksek ateş” diye de tefsir edilmiştir (el-Karia 101/9-11). Hâviye cehennemin adı olarak bir hadiste de geçmektedir (Nesâî, “Cenâiz”, 9).
4. Hutame. “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olup Kur’an’da yer aldığı bir tek sûrede, “Allah’ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi” diye açıklanmıştır (el-Hümeze 104/4-7). Hutame cehennemin bütününe ait bir isim olabileceği gibi belli bir kısmını ifade etmek üzere de kullanılmış olabilir. Kelimenin sözlük anlamı ile Kur’an’daki açıklaması arasında tam bir uygunluk vardır. Zira tutuşturulmuş şiddetli ateş karşılaştığı her şeyi yakıp tahrip eder ve onun en iç kısmına kadar işler. Âhiretteki cezayı ve dolayısıyla cehennem ateşini maddî değil de mânevî olarak kabul edenler hutamenin âyetteki izahına dayanarak “kalpleri saran ateşli kaygı” şeklinde bir yorum getirirler. Ancak cehennem azabıyla ilgili âyetlerin bütününe bakıldığında böyle bir yorumu doğru bulmak mümkün görünmemektedir.
5. Lezâ. “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde geçmekte ve “bedenin uç organlarını söküp koparan” diye nitelendirilmektedir (el-Meâric 70/15-16).
6. Saîr. “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa‘r kökünden sıfat olup Kur’ân-ı Kerîm’de biri fiil şeklinde olmak üzere on yedi âyette yer alır. Saîr Kur’an’da çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazan da “tutuşturulmuş, alevli ateş” mânasında kullanılmıştır. Aynı kullanılış hadislerde de mevcuttur (Wensinck, MuǾcem, “saîr” md.).
7. Sakar. “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr kökünden isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, bunlardan Müddessir sûresinde (74/28-29), “yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran” şeklinde nitelendirilmiştir. Kurtubî’ye göre sakar kemiği değil eti yakıp tahrip eder (et-Tezkire, s. 448). Bu yorum kelimenin sözlük anlamına ve Kur’an’daki kullanımına da uygun düşmektedir.(Bekir Topaloğlu, DİA, "Cehennem Md" 7/227).










beyt-i mamur, İsra ve Miraç, Circumambulation Pradakshina



 Bir yerin mamurluğu, bakımlı ve dü- zenli oluşundan başka gelen gideninin ve ilgi göstereninin fazla oluşuyla da ilgilidir. Kur'an'da mabedierin imar edilmesi, maddi onarım ve bakımdan çok manevi onarım demek olan zikir ve ibadet esasına bağlanmıştır (bk ei-Bakara 2/ 114; et-Tevbe 9/ 18-19) Bu sebeple beytülma'mürun semada meleklere ait bir mabed veya dünyada bütün müslü- manların milbedini teşkil eden Kabe olabileceği hususunda görüşler ileri sürülmüştür. Beytülma'mür ile ilgili olarak Hz. Peygamber'den çeşitli hadisler rivayet edilmiştir. Bu hadisiere göre Resülullah 'a mi'rac esnasında beytülma'mür gösterilmiştir. Burası "yedinci semada melekler için inşa edilmiş, bir gelen bir daha gelmernek üzere her gün 70.000 meleğin ziyaret edip ibadette bulunduğu bir mabeddir" (Buhar!, "Bed'ü'l-J:ı.alk", 6, "Me - n&lpbü'l-ensar", 42; Müslim, "İman", 259, 264; N esai, "Şalat", ı; Müsned, lll, 149, 153; lV, 207, 209, 210) Beytülma'mürun dördüncü veya altıncı semada olduğuna dair rivayetler de vardır. Hz. Ali'nin de bir soru üzerine beytülma'müru, gökte bulunan ve Kabe'nin, yerdeki kutsiyetine benzer bir kutsiyete sahip olan, her gün 70.000 meleğin ziyaret edip namaz kı ldığ ı, bir diğer adı da durah olan bir yer, bir mescid olarak tanımladığı rivayet edilmektedir (TaberL xxvıı, ıoı Rebi' b. Enes'ten nakledilen bir görü- şe göre beytülma'mür, Hz. Adem'den Hz. Nüh zamanına kadar Kabe'nin yerinde bulunuyordu. Hz. Nüh, halkından hac maksadıyla onu ziyaret etmelerini istemiş, fakat onlar buna uymamışlardır. Meydana gelen bir su baskını üzerine de Kabe hizasında dünya semasına yükseltilmiş olup onu her gün 70.000 melek ziyaret etmektedir ve bu durum sur* un üfleneceği güne kadar devam edecektir (bk. Maverdi, IV, 110). Hasan -ı Basri'den gelen bir rivayete göre Ise beytülma'mür Kabe'dir. Kabe'nin "mamur" diye nitelendirilmesinin sebebi, meskün olması ve çok sayıda müslü- man tarafından ziyaret edilmiş bulunmasıdır. Onun bu yorumu el-beytü'l-ma'mü- run yer aldığı ayetler dizisinin ifade ettiği genel anlama daha uygun düşmektedir. Çünkü Tür süresinin ilk altı ayetini oluşturan bu dizide önemleri sebebiyle üzerlerine yemin edilen şeyler (Tür dağı, yazılmış kitap, gök, deniz) insanın duyularıyla idrak ettiği belli şeylerdir . Bunlar arasında yer alan beytülma 'mü- run da o tür nesnelerden olması daha uygun görünmektedir. Tasawufi eserlerde beytülma · mürun zahiri ve batıni olmak üzere iki delaletı olduğu kabul edilmektedir. Zahiri delaleti, yedinci semada melekler tarafından marnur hale getirilen ve durah denilen bina, batını delaleti ise Ha kk' ın tecelli ederek marnur eylediği mürnin kalbidir. BİBL YOGRAFYA : Müsned, lll, 149, 153; IV, 207, 209, 21 O; Buhari, "Bed'ü'l-halk", 6, "Men.ikı.bü'l-ensar", 42; Müslim, "İma'n", 259, 264; Nesai, "Şalat", 1; Ezraki, Ahbfiru Mekke (Melhas), I, 49- 51; Maverdi, en-Nüket ve 'l· 'uyan (nşr. Hıdır Muhammed Hıdır) , Küveyt 1402/1982, IV, 110; Sehl et-Tüsteri. Te{sfrü 'l·Kur' ani'/- 'azfm, Kahire 1908, s. 94-95; Tabe~i. Cami'u·i-beyan, XXVII, 10-11; Fahreddin er-Razi. Me{atif:ıu l· gayb, XXVIII, 239; İbnü 'I -Arabi, el·Fütüf:ıat, Il, 169·171 ; III, 438, 526; N, 328; a.mlf .. Muf:ıa· daratü 'l-ebrar, İstanbul 1305, I, 400; Beyzavi, Envarü't-tenzfl, İstanbul 1285, Il, 467; Tecrid Tercemesi, X, 71 ; Elmalılı , Hak Dini, V

İsra ve Miraç                                                           

İslami kaynaklara göre; Peygamberimizin (ona salât ve selam olsun) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsra”, oradan da semaya yükseltilmesine “Miraç” denir. “O Allah’ın şanı ne yücedir ki; Kulu Muhammed’i gecenin bir kısmında, ayetlerimizin bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü…” [İsra, 17/1]
İsra ayetle sabittir, inkârı küfürdür. Miraç ise pek çoğu Kur’ân’a ve tarihi hadiselere aykırı, zayıf ve uydurma hadislere dayanır. İnkârı herhangi bir şey gerektirmez. Böyle zayıf rivayetlerden itikat oluşturulamaz. İtikat subuti zannî deliller üzerine kurulamaz. Kur’ân’da olmayan bir şey itikada konu da olamaz. Zira Kur’ân, tamamlanmış bir dinin kitabıdır.
Miraç olayı hadislere göre özetle şöyle gerçekleşmiştir;
”(Bir rivayete göre, henüz kendisine vahiy gelmezden önce, yani peygamber bile olmadan) Peygamber, Kâbe’de yatarken (ya da evinde yatarken evin tavanı yarılmış) ya da; uyurken Cebrail gelip karnını göğsüne kadar yarıp, kalbini çıkardı, zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup, kapattı. Burak adlı bir bineğe bindirilen Peygamber, Cebrail ile Kudüs’teki, Mescid-i Aksaya gittiler. Cebrail parmağıyla sahre’yi (hacer-i muallak’ı) delip, Burak’ı bağlamış. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz. Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırdı. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başladılar. Her bir katta bir peygamber ile görüşür. Mesela; yedinci kat semada Hz. İbrahim’i gördü. Hz. İbrahim sırtını Beyt-i Mamur’a dayamış duruyordu. Her gün buraya 70 bin melek, bir daha dönmeyesiye girip, çıkıyordu.  Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam eder. Sidretü’l Münteha ağacının fil kulağı gibi olan yapraklarını, desti gibi olan meyvelerini görür. Orada dört nehirle karşılaşır. O dört nehirden ikisinin cennet ırmağı, diğer ikisinin Fırat ve Dicle olduğu söylenir. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalır. Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürür. O kadar yükselir ki, insanların kaderlerini yazan kâlemlerin cızırtılarını işitecek kadar. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösterilir. Allah’ın huzuruna varır. Yüce Rabbe o kadar yaklaşır ki, Kâb-ı kavseyn kadar, arada bir yayın iki ucu kadar, hatta daha az bir mesafe kalır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah’ın didarını /yüzünü görür! Orada kendisine ümmetinden -Allah’a şirk koşanların dışında- cennete gireceği müjdesi verilir. Bakara Suresinin son iki ayeti doğrudan peygambere hediye edilir. Elli vakit namaz farz kılınır. Dönüş yolunda Musa ile karşılaşır. Musa; “Ne ile emrolundun?” diye sorar. Hz. Muhammed; “Elli vakit namaz” diye cevap verir. Bunun üzerine Musa; “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabbi’ne söyle bunu azaltsın” der. Hz. Muhammed’de yeniden Allah’a dönerek azaltmasını rica eder, Allah’ta beş vakit indirir. Namaz 45 vakitte farz olduğu halde Peygamber dönüşte Musa’ya tekrar uğrar. Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha indirim rica et” der. Hz. Musa’nın bu uyarıları ile namaz beş vakte inene kadar Peygamber Allah’ın huzuruna gelir, gider. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz. Musa’ya uğrar. Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha indirim yapması için ricada bulunmasını söyler. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söyler. Bu arada Allah şöyle nida eder; “Ey Muhammed! Katımda söz değişmez. Ne dedimse odur. O, gündüz ve gecede beş vakit namazdır. Her bir namazın karşılığı on namaz sevabıdır. İşte bu, böylece elli vakit namaz yapar. Allah Resulü uyandığında kendini Mescid-i Haram’da bulur. Miraç dönüşü Kureyş onu yalanlayınca, Allah da Beyt-i Makdis’i onun gözü önüne getirir. Ona bakarak onların sorularına cevap verir. Hz. Ebubekir, Peygamberimizi tasdik ettiği için ona “Sıddîk” lakabı verilir.”
Miraç hadisesinin Recep ayının 27. gecesi olduğu kabul edilmekle birlikte, hangi tarihte olduğu ve kaç kere olduğu konusunda da pek çok farklı rivayet vardır. Rivayetler; peygamberliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında olduğunu söyler. Hatta peygamberlikten önce olduğunu söyleyen çok garip bir rivayet bile vardır. Yine miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yoktur. Ayrıca ruhen mi, bedenen mi, rüyada mı, uyanıkken mi olduğu da tartışmalıdır. Yine, İsra ile Miracın ayrı ayrı vakitlerde olduğuna dair rivayetler de vardır. 
Yine bazı hadisçiler ve İbn-i Sa’d gibi tarihçiler İsra ve miracı birbirinden farklı iki olay olarak ele almaktadırlar.

 

Necm Suresi ile İsra olayının hiçbir alakası yoktur.

Miraç hadisleri ile Kur’ân ayetleri arasında ciddi problemler vardır. Şöyle ki; Miraç olayında geçen “sidre-i münteha, kab-ı kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinden alınmadır. Oysa Necm suresi bisetin 3. veya 4. senesi inmiştir. Yani İsra ve Miraç olayından en az sekiz sene önce! Bu nedenle Necm suresinin kendisinden sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Necm suresinde anlatılan, Peygamberin Cebrail’i görmesidir. Kur’ân’ın hiçbir ayetinde Peygamberin Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir kelam yoktur. Hatta ima bile yoktur.
Necm suresinin anlamı şöyledir; “Ortaya çıktığı zaman /battığı zaman yıldıza andolsun! Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de azdı. Ne de o kendi hevasından konuşmaktadır. Bu (Kur’ân) kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onu son derece kuvvetli olan bir (melek /Cebrail) öğretti. Üstün akıl sahibi /tam donanımlı birisi. Derken kendini gösterdi. En yüksek/uzak ufukta belirmişti. Sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu. Öyle ki iki yay aralığı kadar, hatta daha da az. İşte bu esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti/bildirdi. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onunla gördüğü şey konusunda tartışacak mısınız? Doğrusu onu /Cebrail’i bir başka iniş sırasında daha görmüştü. Son Sidre /kiraz ağacının yanında. Ki onun yanında oturulacak bir bahçe (mesire yeri) vardırSidre’yi /kiraz ağacını kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı /kamaştı ne de haddi aştı. Muhakkak ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüklerinden bir kısmını görmüştü.” [Necm / 1-18]
Bu ayetler; ilk vahy anında olanların bir sanı, bir rüya olmadığını, Peygamberin olay anında sağduyusunu kaybetmediğini vurgulamakta ve bu sahnenin iki defa yaşandığını anlatmaktadır.
Necm suresinin anlatımı tıpkı Tekvir suresindeki anlatımın bir benzeridir; ”Kuşkusuz bu, değerli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. Arş’ın Sahibi Allah’ın katında ona hem güç, hem de çok itibar bahşedilmiştir. Orada ona itaat edilir, üstelik güvene layıktır. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o meleği berrak bir ufukta görmüştür. O gayb /vahy hakkında cimri de değildir (onu saklamaz). Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” [Tekvir/19-23] Necm suresi de, Peygamber’in Cebrail’den vahiy alışını tasvir etmektedir. Bu ayetler çok açık olarak vahyin kaynağı hakkındadır. Peygamber vahyi cinlerden almıyor, kendi hevasından uydurmuyor. Ona vahyi getiren Cebrail’dir. Onu iki defa görmüştü. Bir defasında en yüksek ufuktan yaklaşıp gelmişti. Bir defasında da Me’va Bahçesi’nde, Son Sidre ağacının yanında!
Peygamberimizin Cebraili görmesinden bahseden bu pasajlarda geçen “Kab-ı Kavseyn” veya “Sidre-i Münteha”, “Cennet’ül Me’vâ” gibi deyimlere, sonrakiler bambaşka anlamlar yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile âşık olduğu kulu Muhammed’in vuslatı olarak anlatılır. Sidre-i Münteha da; Varlık dünyasının sınırı olarak anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2] Cennet’ül Me’vâ ise; ahiret yurdundaki cennetin bir bölümü olarak tasvir edilir.
Müfessirler nakilcilerin rivayetlerini esas alarak “Sidret’ül-Münteha ve Kâb-ı Kavseyn”e kelime anlamlarını hiç dikkate almaksızın, kendilerince imal edilen kavramsal anlamlar yüklemişlerdir. Bi’setin 3. veya 4. senesinde Necm Suresi nazil olduğunda Mekkeliler, bu “Me’va Cennetini ve Sidret’ül-Münteha’yı  biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamıştır. Aksi halde ona itiraz ederler ve ‘Sen demek göğe çıkıp Allah ile sohbet ettin, Cennete gittin öyle mi?’ diye alaya alırlardı. Oysa bu ayetlerde; âdeta açık adres gösterilerek vahiy mahalli açıklanmaktadır. Peygamberin Cebrail ile görüşmesi, herkesin bildiği, yanında oturmaya değer bir bahçe olan “son sidre ağacının” yanında olmuştur.
Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret noktası olarak kabul edilirdi. Bizdeki “Aynalıkavak, Gebeçınar” gibi, bu “Sidret’ül-Münteha” da Mekkelilerin bildiği bir semtin adı olmalıdır.
Cennet kelimesi Kur’ân’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Âdem’in dünyada yaratıldığı cennet /bahçe gibi! Peygamberin vahiy almak için ya da Cebrail’i görmek için Ahiret yurdundaki Me’vâ cennetine gitmesinin hiçbir gerekçesi yoktur. Allah nasıl bir zamanlar Musa peygamber ile bir ağacın arkasından konuştu ise, Cebrail ile ona vahyini iletti ise,  şimdi de Son Peygamberiyle Sidre ağacının arkasından konuşmaktadır. Cebrail ile muradı ilahisini bildirmektedir.
Kab-ı Kavseyn; de o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” vs. gibi! Cebrail “Bir yay boyu” mesafe kadar Peygambere yaklaştı, hatta daha da yakın!

             

İsra zamanında Kudüs;

Elmalı, “Mescid-i Aksa” ile kastedilenin “Beyt-i Makdis” ve mübarek kılınan yerin de Kudüs ve civarı olduğunu söylese de, Mescid-i Aksa ile Beyt-i Makdis arasında anlam ve yapı bakımından hiçbir benzerlik yoktur. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde ve daha sonraki yıllarda Kudüs’teki bu yapı, Beyt-ül Makdis olarak anılır, yazılır ve bilinir.
Bu şehrin onlarca ismi vardır. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir. Eski İbrani paralarında  şehrin ismi “Yerushalayim” olarak geçer ki, bugün de “Yeruşalim” olarak okunmaktadır. İbranice “Şalim” Arapça ”Sâlem” ile aynı kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir. Grekler zamanında da şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre ”Hierosolyma” ismini verdiler. “Solyma” önceki isimlerindeki gibi barış anlamına geliyordu. “Hiero” ise “kutsal” demekti. Önceleri “Şalim” kelimesi “yeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, daha sonraları kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.
Romalılar şehri işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes ya da; kısaca Beytül Makdis” şeklinde isimlendiriyorlardı. İlk dönem kaynaklarında bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları “el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Mescid-i Aksa” isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok ”Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif” isimleriyle anılmaya başlanmıştır.
O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu bilgi de şudur; Kudüs’te bir kilisenin bir bölümünde namaz kılınmaktadır.  Buranın yeri de tam belli değildir.
Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı açıktır. Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak isimlendirilmektedir. 
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet,   o günkü Emevi iktidarına yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla, saray âlimlerinden Şihab-ez Zühri, hadisin orjinalindeki “Süleyman’ın mescidi” ifadesini ,”Mescid-i Aksa” şekline çevirerek tahrif etmiştir. Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Halife Ömer tarafından camiye çevrilen bu basit yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa” koymuştur. Zührî gibi hadisçilere de Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazmak kalmıştır ki, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişlerdir. “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur.
M.Ö, 586 yılında Babil kralı Nabukadnezzar/ Buhtünnasr Beyt-i Makdis’i tamamen yıkmış, Yahudileri de esir olarak yanında götürmüştür. Daha sonra mabed birkaç defa daha inşa edilmişse de pek çok işgale uğrayan Kudüs her bir defasında yakılmış, yıkılmıştır. En son Hz. İsa zamanında son kez inşa edildi. M.S, 70 yılında Titus katliamında buradaki mabed -batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç- yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de hala bu haldeydi.  Titus, ayrıca tekrar mabedi inşa etmemeleri için Yahudilerin Kudüs’e girmelerini yasaklamıştır.
Hristiyanlar Hz. İsa’nın [Matta, 24/2] deki sözlerine hürmeten Süleyman Mabedinin tekrar yapılmasını reddetmişlerdir. Hatta Hristiyanlar Yahudilere hakaret olsun diye burasını çöplük olarak kullanmışlardır.  Müslümanların 638 yılında Kudüs’ü fethetmesine kadar burası bu şekilde kalmıştır. Yani peygamberin Miraca çıktığı söylenen tarihlerde burada bırakın Mescid-i Aksa’yı, Beyt-i Makdis bile ortalarda yoktu.
Yahudilere göre bir tane de gökte semavi Kudüs vardır. Bu Semavi Kudüs dünyanın sonuna doğru yeryüzüne inecek, Dünyadakinin yerini alacaktır. Onlara göre Mabed, dünya yaratılmadan önce de vardı, ama gökte idi.  Rab Dünya’yı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamıştır.
[Tur, 52/4] geçen “Beyt’ül-Mamur”un Kâbe’nin üzerinde, onun tam hizasında gökte bulunduğu, yedinci kat semada her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği şeklindeki rivayetler İsrailoğullarının Kudüs hakkındaki rivayetlerinden alıntı gibidir. Hasan Basri’ye göre, bu Beyt-i Mamur Kâbe’dir. 
Kudüs Hz. Ömer zamanında Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in Kab’ul-Ahbar’ın yol göstermesiyle çöplük haline getirilmiş bu sahranın /kayanın yerini bulduğu ve temizlettiği, kendisinin de eteğine taş, toprak doldurup taşıdığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in molozlar altında kalan bu yeri temizletip, Sahre’nin güneyinde cemaate namaz kıldırdığı Taberî tarafından nakledilir. Ömer’in yaptırdığı bu cami, Beyt-i Makdis’in kalıntıları arasında bulunan sütunların üzeri kalaslarla kapatılarak oluşturulan basit bir yapıdır. Ancak Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği rivayeti vardır.
Kudüs İslam’ın ilk kıblesi olduğu halde Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Ne Ömer’in fetihten sonra Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratmış, ne de Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı tamir ya da inşa etme işine girmiştir.  Öyle ya; Kur’ân’da İsra Suresi’nde bahsedilen mescit bu ise, Peygamber burada tüm peygamberlere namaz kıldırdıysa (!) bu alakasızlık neyle izah edilebilir?
Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen İsra, yani geceleyin Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yürütülmesi hadisesi hakkında ve “Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’ân’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama hiçte öyle olmamıştır.
Emevi kralları insanlardan biat almak için özellikle Kudüs’ü tercih etmişlerdir. Emeviler Kudüs ve civarını siyasi nedenlerden dolayı öne çıkarmaya gayret sarf etmişlerdir.
Özetle; Mescid-i Aksa, Emevi kralı Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından, İsra olayından çok sonraları inşa edilmiştir.     

Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs-Sahra /Ömer Camii;

Kudüs’ün fethinden sonra Müslümanlar uzun bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır. Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı. Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen taşın üzerine Kubbetü’s Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi.
Kubbetü’s-Sahra; Abdülmelik b. Mervan tarafından, Hz. Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine inşa edildiği için buraya “Ömer Camii” de denir. Bu kubbeye “sahre” denmesinin nedeni de üzerinde bulunduğu kutsal kaya /sahre nedeniyledir. Yahudi kaynaklarına göre bu kaya ‘dünyanın temelindeki köşe taşıdır’ [Eyüp, 38/4-6] Yahudi geleneğine göre; bu sahre; Süleyman mabedinin temelini oluşturur, dünyanın ortasında bulunur, Nuh’un gemisi tufandan sonra bu kayanın üzerine konmuştur, vs. İslami kültüre /rivayetlere göre ise; İsrafil insanlara hesap için toplanın emrini bu kayanın üzerinden verecektir. Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayete göre; bütün tatlı su kaynakları, nehirler ve rüzgârlar bu kayanın altından çıkmaktadır. Bu kayanın havada durduğu, üzerinde peygamberin ayak izi olduğu, Cebrail’in parmak izi olduğu, Peygamberin havada duran bu taşın üzerine basarak miraca çıktığı rivayetleri de vardır. Çok doğal olarak bu rivayetlerin tamamı uydurmadır.  Bu sahrenin içinde 4.5×4.5 çapında elle yontulmuş, 1,5 m yüksekliğinde, yarım daire şeklinde bir oyuk bulunur. Güya haftada iki defa tüm ruhlar burada toplanırlarmış.
Abdülmelik bin Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de bu ilk basit mescidin görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.
Tarihçi Yakubî ve diğer bazı kaynaklar, Kubbetüs-Sahra’nın Kral Abdülmelik’in Müslümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tutmuştur. Mekke ve Medine Abdullah’ın hilafeti altında yönetildiği bu yıllarda Emevi kralları hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat edip, siyasi rakibi tarafına geçmelerinden korkuyorlardı. Hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler. “Hacer’ül-Esved” yerine, “Hacer-i Muallâk” ön plana çıkarıldı. Bu taş üzerine Kubbet’üs-Sahra Camisi inşa edilmişti. Bu cami, bilinen hiç bir cami tarzına benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştı. Abdülmelik bu amacını gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince; ”(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle muhtemeldir.
Böylece insanlara Mescid-i Haram yerine, Beyt-ül-Makdis’i, Kâbe yerine de peygamberin miraca çıktığı bu kayayı ziyaret edebileceklerini söylenmiş ve üzerine ipek örtüler asılmıştır. Bu sahrenin etrafında tavaf edilip, arefe günü de Mescid-i Aksa’da vakfeye durulduğu rivayetleri vardır.[21]
İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bu senede Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu; Peygamber, Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber onu kovdu ve lanetledi.
Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih konuşuyordu. Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu duyunca insanları hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı.
Abdülmelik, Beyt-i Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyt-i Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Adamlarına bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular.
Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahiretteki manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz şudur ki Beyt-i Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri taktılar.” 
İbn-i Teymiye; peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu taşın, bu kutsal kayanın üzerinin sahabe ve tabiun devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra mabedine saygı göstermeye devam ettiklerini, bu arada halkın ilgisini daha da arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden dert yanar. 
Abdülmelik siyasi amaçları uğuruna Kudüs’ü kutsallaştırmış ve burada inşa edilen mescide Kur’ân’da geçen bir mescit ismi verdirerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Tüm bunlar Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.

Esrâ; götürmek mi? Yürütmek mi?

Bazıları rivayetleri kurtarmak için ayetleri zorlama tevillerle anlamlarını yerinden etmişlerdir. Örneğin; [İsra/1]  de geçen “Esra” kelimesinin anlamını açıkça tahrif etmişlerdir. Ayetin anlamı; “gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek” iken, meallerin çoğunda “götürmek” anlamı verilmiştir. Zira; “Allah kulunu yürüttü” anlamı verirlerse, bir gecede Peygamberi Kudüs’e götürüp, getiremeyeceklerini bilirler. Bereket versin bu kelime Kur’ân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “geceleyin yürütmek” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike…Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” [Hıcr/65], ayrıca bak, [Taha/72, Duhan/23]

 

Miraç hadisleri Kur’ân ve Tarihi hadiselere aykırıdır.

Miraçla ilgili hadisler uydurmadır. Çünkü bu hadisler Kur’ân ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in davet metoduyla da uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde bulunuyorlardı; “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız.” [İsra/90-3]
Müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayette belirtildiği üzere reddedilmiştir. Aynı surede surenin başında bir mucize (!) açıklanıyor ve surenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış gibi tekrar talep ediyorlar. Peygamber de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi (göğe çıkmayı) gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu olacak şey değildir!
İsra ve miraç için kaynak gösterilen İsrâ suresinin ilk ayetini, surenin devamı yalanlamaktadır. Buna göre, Peygamber’in göklere gidip gelmesi isteği, Mekke kâfirlerinin bir isteğidir. Şöyle ki: Mekke kâfirleri Peygambere gelerek bir dizi istekte bulunurlar; eğer bu isteklerini yerine getirirse ona inanacaklardır! İsteklerinden biri de, Peygamber’in göğe yükselmesidir. Fakat o kadar uyanık(!) adamlardır ki, Peygamber’in, göğe gittim-geldim diye kendilerini kandırmaması için, bir de oradan yazılı bir belge getirmesini şart koşmaktadırlar. Peki, bu kâfirce isteklere karşı Allah’ın, Peygamberine verdirdiği cevap nedir? Cevap, “miraca çıktım, çıkacağım” gibi bir açıklama olmayıp şudur; “De ki onlara; “Bütün, bunlara muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?”[İsra/ 93]
Bu cevap, bütün miraç senaryolarını alt-üst etmektedir. Çünkü Peygamber’in bir beşer olduğu hatırlatılmakta, bir beşer olarak böyle bir işe asla girişemeyeceği, böyle bir yükselmenin (urûç) asla mümkün olmadığı, beşeriyet yasasında bunun imkânsızlığı anlatılmaktadır. Fakat o günkü müşriklerin buna benzer olağanüstü beklentileri nasıl hiç bitmemişse, bugünkü şirkle karışık kafalar da Peygamber’i bir türlü ‘normal’ bir insan olarak kavramaya istekli görünmemektedir. Olağanüstülük göstermeyen, “içimizden biri, arkadaşınız, (mislüküm) tıpkı sizin gibi biri” olan insan peygamber, müşrikler için yeterli bulunmamaktadır!
 “Eğer yeryüzünde yerleşik yaşayan kimseler melekler olsaydı, elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek gönderirdik!” [İsra/ 95] Yeryüzünde yaşayanlar insan olduğuna göre, onların bütün meseleleri, gökte değil, yeryüzündedir. Peygamber’in göğe çıkması onların hiçbir işini çözmeyecek, hiçbir şekilde onlara örneklik teşkil etmeyecektir. 
Miraç’tan Peygamberimizin getirdiği söylenen üç hediye, “Beş vakit namaz, Bakara’nın son iki ayeti ve Allah’a şirk koşmayan günahkârların affedileceği”  meselesini ele alalım. Kur’ân’ın hiçbir yerinde beş vakit tabiri yoktur. Ancak namazın kılınacağı beş vakti en iyi ifade eden ayetlerden biri olan  [Tâhâ/130] ayeti Miraç’tan en az beş- altı sene önce nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ömer Taha suresini dinledikten sonra Müslüman olduğu ve bu hadisenin ne zaman olduğu bilinmektedir. Yani, beş vakit namaz için delil getirilen ayetin nüzulü peygamberliğin altıcı senesinden önce nazil olmuş olmalıdır. Dolayısıyla miraçtan gelen beş vakit namaz emri Miraçtan yıllar önce zaten emredilmiştir. Haliyle bu hadisin sahih olması mümkün değildir.
Yine Bakara suresinin son iki ayeti (Amenerrasulü…) nün İsra ve Miraç gecesi hediye olarak verildiği rivayeti de, Kur’ân’a apaçık aykırıdır. Bakara suresinin inmesine daha en az beş sene vardır. Çünkü Bakara Suresinin tamamı ittifakla kabul edildiği üzere medenîdir. Hicrî ikinci ve beşinci yıl arasında nazil olmuştur. Bakara suresinin bu son iki ayetinin Mekkî olduğuna dair tek bir rivayet yoktur. Ayrıca; tefsirlerde bu iki ayetin iniş sebebi hakkında farklı bilgiler vardır. 
Peygamberimizin bu Miraç yolculuğu öncesinde göğsünün yarılarak, kalbinin yıkandığı rivayetleri de bir başka problemdir. Bu hadisleri uyduranlar kalp temizliğinin su ile yapılacağını zannedecek kadar aklı kıt, saftirik kimselerdir. Kalp temizliği su ile mi yapılır? Ayrıca en az on yıldan beri peygamberlik vazifesini deruhte eden Peygamberimizin kalbinin hala pis, kirli olması düşünülebilinir mi? Kalbinin, huyunun/ahlakının kötü olduğunu söylemek, o en masum beşere /Nebiye açık bir iftira değil midir? Ki bu cahiller, aynı operasyonu Peygamberimizin çocukluğunda bir kere daha yaparlar. Beş yaşında bir sabinin / masum çocuğun kalbi nasıl kötü oluyorsa! Aslında bunlar resmen peygambere vaftiz yapmaktadırlar. Üstelik cerrahi ağır bir operasyon geçiren birisi, nasıl olur da böyle bir uzun miraç yolculuğuna çıkabilir? Yedi kat semanın ötesine yolculuk yapabilir?
Peygamber’in göğsü yarılıp ve özel bir operasyondan geçirildikten sonra kalp temizliğine sahip olduysa, onun biz ümmeti için ‘üsve-i hasene/en güzel örnek’ olma özelliği yok demektir! Zira bizim kalbimiz yarılıp, altın leğende getirilen zemzemle yıkanmadığına göre, biz hiçbir zaman onun gibi temiz kalpli olamayız!
Cennet ve Cehenneme gitmiş, oraları müşahede etmiş hikâyesine gelince, daha Cennet ve Cehennem yaratılmadı ki, oraları görmüş olsun. Onlar; kozmik kıyametin koptuktan ve İsrafil’in sura ikinci defa üflemesinden sonra yaratılacak.
İsra ve Miraca ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Güya Peygamberimiz Miraç sonrası bu olayı anlatınca Mekkeli müşrikler ona Beyt-i makdis /Mescid-i Aksa hakkında sorular sormuşlar, bunun üzerine Cenab-ı Hak da mescidi peygamberin gözü önüne getirmiş, o da mescide bakıp bakıp pencereleri, kapıları hakkında bilgi vermiş. [Buhari, Menakıb’ül-Ensar, 41] Gel gör ki, Peygamberin bakıp, bakıp söyleyeceği bir mescit henüz inşa edilmemiştir ki, baksın da söylesin!
Acaba neden, hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç birisi “Orası virane bir yer, çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir yerde, hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Eğer Peygamber Mekkelilere gecenin bir vaktinde Kudüs’e gittim, orada Mescid-i Aksa camiinde namaz kıldım deseydi, muhakkak Mekkeli müşrikler onun açığını yakalamak isteyeceklerdi.
Yine; bir başka rivayette, Peygamberimiz miracı anlattığında, müşrikler Ebubekir’e gidip, ‘Senin arkadaşın böyle, böyle şeyler söylüyor, ne dersin? diye sormuşlar. O da, Muhammed söylüyorsa doğrudur demiş, bunun üzerine ona “Sıddîk” lakabı verilmiştir. Bunların hepsi uydurmadır. İbn-i İshak, İbn-i Sad, Vakıdî bunların hiç birinin senedini göstermemişlerdir. Diğer bazı siret yazarlarının ravi olarak gösterdiği kimseler ise yalancı ve masalcı olmakla itham edilmiş kimselerdir. Hatta peygamber bu olayı miraç dönüşü anlattığında bazı Müslümanlar buna inanmamışlar, güya dinden dönüp, irtidat etmişler. Bu irtidat hikâyesinin aslı astarı yoktur. Zaten Mekke’de bir avuç Müslüman vardı ve onlar da Peygamber etrafında sımsıkı kenetlenmişlerdi.  Bunlar uydurma miraç olayına inanmayanlara gözdağı vermek için kurgulanmış mizansenlerdir.
Miraç hadislerinde geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte oluşunu nasıl açıklamalı? Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa ölen her Peygamber semanın bir katına mı yerleşmektedir? Yani; Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmesi akla, bilime ve İslam’a aykırıdır.
[Buhârî, Tevhîd, 37, Menâkıb, 42] de nakledilen hadis de, gerek metin, gerekse anlam bakımından pek çok sakatlıklar vardır.  Buhârî’nin rivayetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olma­dan önce gördüğü bir rüyadan ibarettir ve ayette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur.  İbn Kesîr gibi bir zât, bu bağ­lamda çok tuhaf ve garip şeyler olduğunu söyler. 
Bütün rivayetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı bu rivayet oluşturmaktadır. Olay, bir rüya biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen pek çok şeyle doludur.
[Necm /1-15] ayetlerinde Cebrail’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hatta daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Miraç olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa yaklaşan Cebrail’dir. Peygamber’in Cebrail’i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır.
Namaz vakitlerinin, bir rivayette ya­rımşar, yarımşar, diğer rivayette beşer beşer, başka rivayette ise onar, onar vaktinin indirildiği söylenir.  Bunlar birbiriyle çelişmektedir.
Miraç hadislerinin en tuhaf yönlerinden biri de, elli vakit namazın beş vakte indirilmesine ilişkin mizansendir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce Peygamberine elli vakit namaz emretmiş, Peygamber de bu emre karşı hiç ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş yolunda Musa’nın uyarısı ve akıl vermesi sonucunda aklı başına gelmiş, Allah’ın huzuruna ha bire çıkıp-inerek, namazların vaktini şu an ki şekline, beş vakte indirebilmiştir(!)
Hz. Musa’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır gele­ceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık olduğu izlenimi vermektedir. Neymiş Efendim, Allah 50 vakit namazı farz kılmış. Musa’nın uyarısıyla Peygamber gide-gele, pazarlık yaparak güç bela 5 vakte indirebilmiş. Musa daha da indir demiş. O da gitmiş, lakin Allah “Tamam, yeter artık, bundan fazla indiremem demiş.” İşte böylece günde 5 vakit namazı çok bulan beynamazlara, ‘Halinize şükredin, sesinizi çıkartmayın, Ya Peygamberimiz yolda Musa ile karşılaşmasaydı da 50 vakit olsaydı, haliniz nice olurdu?’ denir. Çok sevap toplama derdindeki diğer bir zümreye de ‘Beş vakit kılıyorsunuz amma 50 vakit namaz sevabına nail oldunuz’ denir. Sanki, yapılan her bir hasenata en az on kat sevap vereceğini Allah Kitabında vad etmemiş gibi! Hâşâ Allah o aralar biraz meşgulmüş, 50 vakit namazı düşünmeden emredivermiş, her 25 dakikada bir namaz kılınacağını hesaplayamamış!
Ne dediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülemez! Yine Peygamberin Allah’ın huzurunda onunla pazarlığa girişmesi olacak şey değildir. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapmaz.
Yine Peygamberimiz bu hadislerde acemi /çömez biri olarak tasvir edilmiştir. Musa da ona dinin inceliklerini öğreten bir usta gibi takdim edilmiştir. Hz. Musa, Allah’ın ve Hz. Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!) Sonra neden başka bir peygamber değil de Musa? Çünkü olay İsrailiyattır. Ve bu olayla Hz. Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir.
Sonra Musa, Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olabiliyor? Hem Musa Peygamber ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son Peygamber’e yol göstermektedir? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi ümmeti olduğu halde- Muhammed (sav) düşünememektedir?
Üstelik bu Buhari hadisine göre, henüz peygamber bile olmayan Hz. Muham­med’e ve ümmetine namaz farz kılınmıştır. Bu olacak şey değildir. Daha peygamberlik verilmemiş bir kimseye her hangi bir emir verilemez. Henüz Peygamber olmayan birinin ümmetine namazın farz kılınması oldukça tuhaftır.
Beş vakit namazın Miraç da farz kılındığı rivayeti, kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, bu tarih Müslümanların hayatında bir dönüm noktası olurdu. Oysa Miracın ne zaman olduğu hususunda bile onlarca farklı rivayet vardır. Yani daha tarihi konusunda bir ittifak yoktur. Miraç gibi büyük bir olayın ne zaman olduğunun bilinememesi olacak şey değildir. Neden sahabeler bu olayı hatırlamazlar? Peygamber bu olaydan sonra bir süre Mekke’de, on yıl da Medine’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu sayısal olarak belirtilmemiştir. Namazın beş vakit olması hususu, Peygamber’in fiili sünnetinden ve ümmetin icmasından çıkar.
Miraç rivayetlerinde “cennetin, cehennemin vasıfları, cennet­liklerin, cehennemliklerin nimet ve azabı; Allah’ı, melekleri ve peygam­berleri görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kâlem’in, Sidret’ül-müntehâ’nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi” hakkında çok acayip şeyler vardır. Buharî’de bulunmayan bu ayrıntılar, sonrakilerin uydurmalarıdır.          
Rivayetlerde ge­çen tüm bu ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Suresinin inişine kadar Cebrail’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına ve yine; Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar uyanık olarak yürüdüğüne /yürütüldüğüne ve burada Allah’ın birçok ayetini gördüğüne inanırız. Bu rü’yet/rüya, peygamberin manevî dünyasında gerçekleşmiş olup, ona güven ve itminan vermiş harikulade bir olaydır.
Kısacası bu rivayetler akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları başta Allah’tan, sonra da Peygamberlerden teberri etmek gerekir. Allah’ı, Kur’ân’ı, İslam’ı ve Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi bozucu iftiralardan tenzih etmek gerekir.

İsra olayında Kudüs’te Mescid-i Aksa mevcut değilse, Pekâlâ Mescid-i Aksa nerededir?

Hz. Peygamber döneminde Kudüs’te Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Suresinin bu ilk ayetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ nerededir?
Etrafını (havlehû) bereketli/mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa”; ayetinde geçen “ havl” ne demektir? Sözlüklerde; bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. [33]Yani bir şeyin dış yüzü, dış kenarı o şeyin havlidir. “Havl” sözcüğü Kur’ân’da on beş yerde  “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. (Bak. Meryem/68, Mümin/7) “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu /avlu” olarak da geçmiştir. Avlu; bir yapının yanı başında duvarla çevrili yere denir.
Bu açıklamalar doğrultusunda, ayette geçen “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesinden; Mescid-i Aksa’nın, coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında veya bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır.
Mübarek yerin neresi olduğu Kur’ân’da bildirilmiştir. “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Bekke’de (Mekke’de) olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” [Âl-i İmrân, 3/96] Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Harem bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu bu bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin “havl”i / kenarları tespit edilebilsin.
Belgelere göre; Mescid-i Haramdan dışarıya doğru haremin sınırları; Medine yolu istikametine dört mil, Yemen yolu istikametine altı mil, Taif yolu istikametine on bir mil, Irak yolu istikametine yedi mil, Cidde yolu istikametine on mil, Ci’rane vadisi istikametine dokuz mildir.
Bu durumda, Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik bin Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 60-70 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir. 
“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitab-ül Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbar-ül Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır.
Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan Vakidî, “Kitabu’l-Megazî”de şu bilgileri vermektedir:
“Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır; Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”
Ezraki mescit listelerini “Ahbar-u Mekke”de verirken şunları söyler:
“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed İbn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna (yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”
İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denilirdi. Sahabelerin namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km. uzaktaki bu yerde ihrama girdi. 
Vakıdî’nin Kitabu’l-Megazî’sinin en eski nüshalarında bu bilgiler yer almasına rağmen, bu bilgiler daha sonraki istinsahlarda –tashih (!) amacıyla- çıkarılmıştır. Aynı akıbet Ezrakî’nin “Tarih-u Mekke”sinin de başına gelmiştir. Buna rağmen çok şükür ki, Yusuf Ağa kütüphanesindeki ve Karaviyyûn Kütüphanesindeki H.350 yıllarında yazılmış nüshalarında bu bilgiler mevcuttur. Anlaşılan Peygamberi Kudüs’e götürmek ve oradan da göğe uçurmak isteyenler bu bilgileri imha etme cihetine gitmişlerdir.
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminde, yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına, vadilere ibadet etmeye gittikleri, orada bir müddet kaldıkları, değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescitleri olmuştur. Yine o tarihlerde, etrafı taş duvarla çevrili veya üstü çardak şeklinde kapatılmış basit yapılara bile mescid denildiği anlaşılmaktadır. Hatta bazı sahabe evlerine de mescid denildiği biliyoruz. İşte bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir.
Bu bilgiler ışığında, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki Harem’in kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Haremin kenarındaki bu mescittir.
Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed (Beyt-i Mamur)dur. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vâdîsinde bir namazgâhtır.
Eğer Mescid-i Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Mescid-i Haram’dan, Ci’râne vadisindeki Mescid-i Aksa’ya bedenen, uyanık olarak gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiş olmalıdır. “Götürme” tabiri Kur’ân’da zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’ân’ın benimsediği bir üsluptur. Nitekim, “kulunu yürüttü” ifadesi, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır; “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…”[Enfâl /5] ifadesindeki gibidir.
Pey­gamber oraya vardıktan sonra tıpkı [Necm /13-18] “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü’l-Müntehâ’da, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Gö’z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü” ayetlerinde anlatıldığı üzere Sidretu’l-Muntehâ’da  “Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” ise, İsra gecesi geldiği Ci’râne’deki bu Mescid-i Ak­sa’da da “O’nun bazı ayetlerini görmüştür.”
Bazıları derler ki, “Rabbinin en büyük ayetlerini veya bir kısmını gördü” şeklindeki ifadelerden şunu çıkarırlar; Burada inzal-i ayet (ayet indirme) yok, irâe-i ayet (ayet/mucize göstermek) vardır. Haliyle peygamber göğe çıkmıştır, cenneti görmüştür, Beyt-i Mamur’u ziyaret etmiştir, vs derler. Buradaki en büyük ayet; Peygamberimizin baş gözüyle gördüğü Cebrail olması kuvvetle muhtemeldir.
6.75*************وَكَذٰلِكَ نُرٖى اِبْرٰهٖيمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنٖينَ  “Ve İbrahim’e Böylece göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, yakinen bilip inananlardan olsun” [Enam/75] Ayetinde olduğu gibi “İrâe/göstermek” fiili “mucize göstermenin dışında da” kullanılmıştır.
İsra olayı uyanıkken olmuş ve Peygamber yürümüş/yürütülmüştür. İsra gecesinde “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… sırf insanları sınamak için vesile yaptık”. [İsra/60] ayetinde belirtilen rüya ise; Mescid’i Aksa’da kendisine gösterilen Allah’ın ayetlerini görmek, ru’yet etmek, o mahiyetini bilmediğimiz bir vizyondur. Peygamberin ru’yeti, rüyası normal bir rüya da değildir. Zaten [İsra /1] de geçen “linüriyehü” deki “R-E-Y” fiili gözle görmek değil, Türkçedeki rey /görüş, akıl ile görmek, anlamak, bilmektir.
Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Cirane vadisindeki, Mescid-i Ak­sâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksa’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur. Kur’ân’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır. 
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle süslenerek abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı ile birleştirildi.

Miraç öyküsü, başka milletlerde de vardır.

Grek paganlarında bile insanı, yeryüzüne düşmüş biri olarak nitelerler ve yine kişi birtakım riyazetlerle geldiği yere yükselebilir. Nuzûl ve urûç kültürü pek çok millette vardır. Semaya yükselme tasavvuru eski Hind ve İran dinlerinde de mevcuttur. Yine Peygamberin Kudüs yolunda bindiği söylenen Burak ile yunan mitolojisindeki “Uçan At /Pegasus” arasında paralellikler vardır. Yahudi geleneğinde İdris, İbrahim, Musa, İşaya gibi peygamberlerle bazı tarihi şahsiyetlerin yeryüzünden ilahi âlemlere çıktığına inanılır. Danyal peygamber ateşten bir binek ile semaya çıkmıştır.  Hristiyanlık teolojisine göre; İsa çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp, göğe, Baba’nın yanına yükselmiştir. Yine Hristiyanlığın kurucusu sayılan Pavlus’un da böyle bir miracı vardır. Zerdüşt ve gnostik unsurları birleştiren Mani’nin kurduğu Maniheizm’de, miraç vardır. Mani ilk göksel ziyarete, daha on iki yaşındayken tanık olmuştur.
İslam öncesi haniflerinden Ümeyye b. Salt’ın da bir miracı vardır. Onun miracında da evin damı yarılarak melekler gelmiş, onun da kalbi yarılıp yıkanmıştır!  Bu kadar benzerlik olur!
Ayrıca bizim Hallac’ın ve Beyazıd-ı Bistamî gibi sûfîlerin de miraçları vardır. Özellikle Hz. İsa’yı göğe çıkaran rivayetler Müslümanları komplekse sokmuş, peygamberimizin ondan aşağı kalmasına gönülleri razı olmamıştır. İsa göğe çıkar da bizim peygamberimiz çıkamaz mı?  Velilerin miracı olur da, Peygamberin olmaz mı? 
İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında yapılan en büyük tartışma peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Peygamberimizin tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik anlatıları kendi peygamberleri için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet etmiş olmalılardır.
Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler Miraç hadisesine çok benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı’nın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Tanrı ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat etmişlerdir!
Özetle; Miraç; toplumsal bilincin çeşitli kültürlerin etkisinde kalarak ürettiği bir senaryoyu andırmaktadır.

İsra ve Miraç Mucize midir?

İsra ve Miraç mucize’de olamaz. Eğer İsra ve Miraç mucize olsaydı, müşriklerle peygamber arasında karşılıklı bir meydan okumadan sonra vuku bulması ve bu mucizeyi herkesin görmesi gerekirdi. Oysa bu olayı Peygamberimizden başka gören yoktur. Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? Bu nedenle İsra ve Miraç bilinen klasik mucize tanımlarına uymaz.
Mesela İsra gecesi nazil olan [İsra, 17/59] “Bizim sana mucizeler göndermemize engel olan şey ancak, önceki (milletlerin) onları yalanlamış olmalarıdır” ayetini ele alalım. Ayet apaçık, peygamberimize önceki peygamberlere verilen hissi mucizelerin Peygamberimize verilmediğini, hatta niçin verilmediğini de söylemektedir.
Peygamberimiz hakkında rivayet edilen Kur’ân dışındaki diğer hissi mucizelere gelince, bunlar bize ahad tarik ile gelmiştir. Ahad rivayetler/tek bir kimsenin naklettiği hadisler itikatta –sübutu zannî olduğundan- hüccet olmaz. Ayrıca bu rivayetler daha çok siyer, şemail, delail’ün-nübüvve ve hasâis’ün-nebî türünden ikinci, üçüncü derece, sıhhati şüpheli kitaplarda yer alır. Kaldı ki bu zayıf rivayetlerin yanında, “Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.” [Buhari, Fedail’l-Kur’ân, Müslim, İman, 239] gibi, onun Kur’ân’dan başka hiçbir mucizesinin olmadığını ifade eden sahih hadisler de vardır.
Peygamberin göğe çıkmasını, urûç etmesini, miraç mucizesi getirmesini isteyenler Mekkeli müşriklerdir. “Senin altından bir evin olmalı ya da gözlerimizin önünde göğe yükselmelisin, fakat göğe çıkma durumunda (dahi) bize oradan okuyacağımız bir kitap indirmedikçe sana inanacak değiliz”. [İsra, 17/93] Anlaşılan, müşriklerin iman etmek için şart koştukları “Miraç Mucizesini” hadisçiler bulup, getirmişler.
Üstelik Peygamberimiz müşriklerin mucize taleplerini sürekli geri çevirmiştir. Peygamberimizin Kur’ân’dan başka mucizesi yoktur. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır.

Bir İnsan çok küçük bir zaman diliminde Kâinatın öbür ucuna gidip-gelebilir mi?

Hiçbir cisim ışık hızından hızlı gidemez. Işık hızına erişen bir cisim sonsuz sıcaklığa erişir ve atom altı parçacıklarına ayrışır. Hadi diyelim ki, Peygamber ışık hızına erişti, Kâinatın öbür ucuna gitti ve geldi. Bu bile on milyarlarca yıl eder. Peygamber diyelim ki ışık hızını da aştı, atomlarını dünyada bıraktı, ruhen uçtu. Bu aklen ve tıbben imkânsız hale neden başvuruyoruz ki? Birkaç rivayeti kurtarmak için mi? Peygamberden mucize isteyip duran, onu bu konuda sıkıştırıp duran müşriklere mucize takdim etmek için mi? Böyle harikulade bir şey olsaydı, Allah bunu kitabında neden sarahaten zikretmesin!
Peygamberimiz fizik kanunlarına tabi değil mi? Uhud’ta düşmanın attığı mızrak onun yanağını yarmadı mı? Allah’ın koyduğu sünnetullah asla değişmez. Ve bu kurallara uymak peygamberler dâhil, herkesin görevi değil mi?
Allah ile Elçisinin, birbirine dirsek teması olacak şekilde bir araya gelmesi apaçık tecessüme /Allah’ı cisimleştirmeye varacağından, İslâm âlimleri, ilgili hadisle­rin zaptı doğru olsa bile zahirî manalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtirler. Zira, Allah’a mekân/ yer izafe edilemez. Oysa Miraç da Peygamber’in yolculuk güzergâhı en sonunda bir mekânda sonlanmaktadır. Bu olgu Kur’ân’a ters düşmektedir. Kur’ân’da Allah insana şah damarından daha yakındır. Kâinatın öbür tarafında ikamet eden bir Allah inancı kadar İslam’a aykırı bir inanç olamaz!
 “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” [Hadid/ 4] “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf/ 16) “Kullarım Ben’i senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım.[Bakara/186]
Sonra niye peygamber kâinatın öbür ucuna gidiyor ki? Allah her yerde hazır ve nazır değil mi? Bu düşünce Allah’a mekân ve yer izafe etmek demektir. Bu ise onu cisimleştirir. Haliyle bu İslam’a baştan sona aykırıdır.
Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’ân tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına, Batlamyus kozmoğrafyasına uygun bir anlayıştır.

Bize İsra Mucizesi mi Lazım? Yoksa İsra gecesi verilen on iki emir mi?

Müslümanlar Peygamberlerini Burak ile  Refref ile uzayda seyahat ettirirken İsra gecesi Peygamberimize verilen 12 emirle pek alakadar olmazlar. Hatta Müslümanların birçoğu bu 12 emirden haberi bile yoktur. Hâlbuki hangi Yahudi veledine sorulsa Musa’ya verilen 10 emri bilir.  Bu 12 emrin 11. si “Bilmediğin şeyin ardından gitme, Kesin bilgi sahibi olmadığın şey hakkında konuşmadır”.  Maalesef amaç ile araç yer değiştirmiş, Peygamberin getirdiği evrensel prensipler göz ardı edilmiş, bizi hiç ilgilendirmeyen, onun mucizeleri ile nefes tüketiyoruz. Ah ki, ne ah!
Bu on iki emir [İsra/22-37] şunlardır;
1-Allah’a ortak koşmayınız, yalnızca O’na ibadet ediniz. 
2-Ana-babaya iyilik ediniz.  
3-Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver, herkese iyilik yap!
4-İsraf etme! Büsbütün de saçıp-savurma! (Ne cimri, ne de müsrif ol, İkisinin arasında orta bir yol tut, iktisatlı ol)! 
5-Çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmeyin, Sizin de, onların da rızkını biz veriyoruz.
6-Zinaya yaklaşmayın! O apaçık bir hayâsızlıktır. O ne çirkin bir yoldur. 
7-Haksız yere kimseyi öldürmeyin. 
8-Yetim malını -arttırmak gayesi dışında- yemek için asla yaklaşmayın. 
9- Verdiğiniz sözü yerine getiriniz. 
10-Ölçü ve tartıyı tam yapın. 
11-Bilmediğiniz şeyin ardınca gitmeyin, Taklitçi olmayın, aklını kiraya vermeyin!
12-Yeryüzünde  mağrur ve kibirli dolaşmayın. Mütevazi olun! 
       

Miraç’ta Peygamberimiz Allah’ı gördü mü?

Dünyada iken hiçbir insan baş gözüyle Allah’ı göremez. Bu hususta ihtilaf yoktur.   Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Bu rivayetler külliyen yalandır. Hz. Aişe Annemiz ”Kim Muhammed Allah’ı gördü derse yalan söylemiş olur. Ben bunu Resulullaha sordum demiştir.” [Buhari, Tevhid, 4] Oysa mevlithanlarımız; ”Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti, ahirette öyle görür ümmeti” diyebilmektedirler.
Yine; Bakara son iki ayetini Peygamberin doğrudan Allah’tan aldığı iddiası Kur’ân’a tamamıyla aykırıdır. Zira; [Şura/51] ayeti; bir beşerin hiçbir şekilde doğrudan Allah ile konuşamayacağı konusunda oldukça nettir; ”Allah bir insanla ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veyahut bir elçi / Cebrail göndererek… konuşur” . Bu ayet peygamberlerin bile Allah’la yüz yüze, doğrudan konuşmasının mümkün olmadığını ilan eder.
Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır.
Mirac hadislerinin İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı, Peygamber’le Allah’ı buluşturması, bir beşeri, Allah’ın makamına girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad etmesidir. Peygamberimizin Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini ileri sürenler,   Kur’ân’daki Allah tasavvurunu anlamaktan uzak, mistik hezeyanlar içinde olan kimselerdir.
Peygamberin, “kâlemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığını ifade eden rivayetler; Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’ân İslam’ında böyle bir Allah tasavvuruna yer yoktur.
Oysa Cenabı Hak, asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son bir perdeden sonra makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek birisi değildir. Bu, ancak paganların tanrısı olabilir ama Kur’ân’ın Allah’ı kesinlikle olamaz. Allah’ın eşi, benzeri, dengi yoktur. Hiçbir şey, hiç kimse O’nun misli, benzeri değildir. [Şura/ 11] O, gözleri idrak eder ama gözler O’nu idrak edemez! [En’am/ 103] 










DERLEME : YAVUZ TELLİOĞLU 



.